End
Üye
- Katılım
- 21 Ocak 2021
- Mesajlar
- 972
- Tepkime puanı
- 51
- Puanları
- 18
- Cinsiyet
- Medeni Hali
- Memleket
- 19 ÇORUM
- Takım
- Fenerbahçe
- Burç
- Kova
- Mesleği
- Muhasebe
İtibar:
Amatör tiyatro faaliyetleri yaptığım yıllarda rahmetli Gülriz Sururi’ye çalışmalarımdan bahsettiğimde bana, “Aman yazan, yöneten ve oynayan kişiler farklı olsunlar.. İyi oyunlarda mutlaka bir üçüncü göz lazımdır!”, demişti. O günlerde bu sözün ehemmiyetini anlayamamıştım.
Yıllar sonra profesyonel yazarlığa başladığımda gördüm ki sektördeki meseleler ve vasat dahi olamayan işler çoğunlukla Gülriz Hanım’ın değindiği nedenden kaynaklanıyormuş. Çünkü ne kadar fazla sanatkârın elinden geçerse o kadar fazla eğilime hitap eden bir eser vücuda gelirdi.
Dikkat ederseniz iyi, vasat, kötü diye bir tasniften bahsetmiyorum; kastettiğim husus daha fazla kimseye hitap etmesi. Bunu yaparken de kalitesini koruması…
Tıpkı, birbirinden çok alakasız faşizmle komünizmin arasında temelde bakıldığında ince bir tül perde olduğu gibi, gene ilgileri yok kabul edilebilirse de popülist işlerde altını çizdiğim kaliteli kitlesel işlerin birbirlerinden ince ayrımları bulunmaktadır. Üretim aşamasında o derece ince bir balans ayarı yapılmalıdır ki! Yoksa iş bir ânda demir leblebileşebilir ya da pamuk şekerine dönebilir!
Ustam Safa Önal’dan biliyorum ki eskiden senaryocular ayrı bir imtiyaza sahiptiler. İsimleri afişlerde neredeyse başrol oyuncusunun isminin yazıldığı puntoyla yazılırdı. Zaman zaman serbestçe hikâye kurabilirler, prodüktörlere bu senaryoyu hangi yönetmenin çekeceğine dair telkinlerde dahi bulunabilirlerdi. Hatta diğer bir duayen senaryocumuz Bülent Oran’ın hatıratını okuduğumda daha eskiden, senaryocuların ücretlerinin başrol oyuncusu kadar olduğunu öğrenmiş, hayretten küçük dilimi yutmuştum! Öyle ya bugün bir yıldızın aldığı para miktarıyla senaryocu ücreti arasındaki fark Lut Gölü’yle Everest Dağı arasındaki fark gibidir!
Geçenlerde sokak yürürken Aras Bulut İynemli’nin Atatürk’ü canlandırdığı filmin ikincisinin afişini gördüm. Ünlü oyuncuların kalınca yazılmış adları dışında sadece yönetmenin adı büyük yazılmıştı. Hem senaryocu hem de filme katkı sunan diğer kişiler afişin altındaki harf kalabalığında kaybolmuşlardı. İçim burkuldu.
Döndük dolaştık ve ülkemizi nasıl küçük Amerika yaptıksak sektörü de Hollywood’un bir kötü kopyasına çevirdik!
Şu an sadece televizyon dizilerinde atarsa atıyor seyircinin nabzı… Bir filmde görüp peşinden koşulan, takip edilen oyuncular yoklar! Sinemaya ayağı gitmiyor artık seyircinin…
Projeler o kadar halktan kopuk ki! Televizyon dizilerinde de durum başka değil elbette fakat elde kumanda gibi bir kontrol mekanizması var. Zapping bu gibi durumlarda kurtarıcı olarak imdada yetişiyor. Oysa sinemada böyle bir imkân yok. Üstelik fazladan para da veriliyor. Seyircinin kendi yaşayışından, kendi sevincinden, kendi üzüntüsünden ve kendi merakından bahseden filmleri görmek istemesi en tabii hakkı değil midir?
Sinemanın kurtuluşunu pahalı yapımlarda, yabancılardan alıntılanan eserlerde aramak nafiledir. Sinemanın kurtuluşu sinemanın yetiştirdiği her elemanın, her sanatkârın kafa kafaya vererek yapacakları sağlam ve bizden yapımlardadır. Bunun için de yönetmen kadar diğer teknik ekip elemanlarının da gönüllerinin ve cüzdanlarının hoş edilmesi lazımdır. Yoksa yönetmen sineması birkaç seneye ülkemizde bir garabet olarak anılmaya başlayacaktır…
Yıllar sonra profesyonel yazarlığa başladığımda gördüm ki sektördeki meseleler ve vasat dahi olamayan işler çoğunlukla Gülriz Hanım’ın değindiği nedenden kaynaklanıyormuş. Çünkü ne kadar fazla sanatkârın elinden geçerse o kadar fazla eğilime hitap eden bir eser vücuda gelirdi.
Dikkat ederseniz iyi, vasat, kötü diye bir tasniften bahsetmiyorum; kastettiğim husus daha fazla kimseye hitap etmesi. Bunu yaparken de kalitesini koruması…
Tıpkı, birbirinden çok alakasız faşizmle komünizmin arasında temelde bakıldığında ince bir tül perde olduğu gibi, gene ilgileri yok kabul edilebilirse de popülist işlerde altını çizdiğim kaliteli kitlesel işlerin birbirlerinden ince ayrımları bulunmaktadır. Üretim aşamasında o derece ince bir balans ayarı yapılmalıdır ki! Yoksa iş bir ânda demir leblebileşebilir ya da pamuk şekerine dönebilir!
Ustam Safa Önal’dan biliyorum ki eskiden senaryocular ayrı bir imtiyaza sahiptiler. İsimleri afişlerde neredeyse başrol oyuncusunun isminin yazıldığı puntoyla yazılırdı. Zaman zaman serbestçe hikâye kurabilirler, prodüktörlere bu senaryoyu hangi yönetmenin çekeceğine dair telkinlerde dahi bulunabilirlerdi. Hatta diğer bir duayen senaryocumuz Bülent Oran’ın hatıratını okuduğumda daha eskiden, senaryocuların ücretlerinin başrol oyuncusu kadar olduğunu öğrenmiş, hayretten küçük dilimi yutmuştum! Öyle ya bugün bir yıldızın aldığı para miktarıyla senaryocu ücreti arasındaki fark Lut Gölü’yle Everest Dağı arasındaki fark gibidir!
Geçenlerde sokak yürürken Aras Bulut İynemli’nin Atatürk’ü canlandırdığı filmin ikincisinin afişini gördüm. Ünlü oyuncuların kalınca yazılmış adları dışında sadece yönetmenin adı büyük yazılmıştı. Hem senaryocu hem de filme katkı sunan diğer kişiler afişin altındaki harf kalabalığında kaybolmuşlardı. İçim burkuldu.
Döndük dolaştık ve ülkemizi nasıl küçük Amerika yaptıksak sektörü de Hollywood’un bir kötü kopyasına çevirdik!
Şu an sadece televizyon dizilerinde atarsa atıyor seyircinin nabzı… Bir filmde görüp peşinden koşulan, takip edilen oyuncular yoklar! Sinemaya ayağı gitmiyor artık seyircinin…
Projeler o kadar halktan kopuk ki! Televizyon dizilerinde de durum başka değil elbette fakat elde kumanda gibi bir kontrol mekanizması var. Zapping bu gibi durumlarda kurtarıcı olarak imdada yetişiyor. Oysa sinemada böyle bir imkân yok. Üstelik fazladan para da veriliyor. Seyircinin kendi yaşayışından, kendi sevincinden, kendi üzüntüsünden ve kendi merakından bahseden filmleri görmek istemesi en tabii hakkı değil midir?
Sinemanın kurtuluşunu pahalı yapımlarda, yabancılardan alıntılanan eserlerde aramak nafiledir. Sinemanın kurtuluşu sinemanın yetiştirdiği her elemanın, her sanatkârın kafa kafaya vererek yapacakları sağlam ve bizden yapımlardadır. Bunun için de yönetmen kadar diğer teknik ekip elemanlarının da gönüllerinin ve cüzdanlarının hoş edilmesi lazımdır. Yoksa yönetmen sineması birkaç seneye ülkemizde bir garabet olarak anılmaya başlayacaktır…