End
Üye
- Katılım
- 21 Ocak 2021
- Mesajlar
- 972
- Tepkime puanı
- 51
- Puanları
- 18
- Cinsiyet
- Medeni Hali
- Memleket
- 19 ÇORUM
- Takım
- Fenerbahçe
- Burç
- Kova
- Mesleği
- Muhasebe
İtibar:
Türkiye’nin gündemi son günlerde gittikçe yoğunluk kazanıyor. Bunda yaklaşan yerel seçimlerin de mutlaka etkisi olmalı. Yargıtay marifetiyle Anayasa’nın askıya alınması, iktidarın hukuk tanımazlığı, en önemli konularda sürekli dezenformasyon yapılması ama dezenformasyon yasasının bunlara işletilmemesi, MİT’in kuruluşunun 97. Yıldönümünde bizzat Cumhurbaşkanlığı’nın sosyal medya hesabından yayınlanan bir fotoğrafla MİT mensuplarının kimliklerinin deşifre edilmesi... Say say bitmiyor. Bütün bu gelişmelerin ülkeye verdiği zararları, bundan sonra neler olabileceğini siyaset bilimi hocası Prof.Dr. Ersin Kalaycıoğlu’yla konuştuk.
Ama bugüne baktığımız zaman HADEP yöneticileri hapiste, hükümet hatta Mayıs seçimlerinde eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu Kandil’deki Murat Karayılan’la gösteren düzmece posteri döne döne yayımlatarak CHP’yi PKK yandaşı gibi göstermeye çalıştı. Bu nasıl yaman bir çelişkidir?
E.K.- Bu, dün dündür, bugün bugündür, görüntüsü. O günkü koşullarda PKK’yla en üst düzeyde sürdürülen görüşmeler herhangi bir şekilde sorun teşkil etmiyordu. Çünkü bu iktidarın hem yurt içi hem yurt dışında belli bir imaj çizmesi ve ondan bir takım siyasi yararlar elde edebilmesi için mükemmel bir fırsat olarak görülüyordu.
Dolayısıyla orada PKK’yla ilgili bayrakları dahil her türlü simgenin kullanılması, aynı zamanda liderlerine sayın denmesi, onun dışında bir çok konuda, yeni anayasa gibi bir takım fikirlerin tartışılması adeta teşvik edildi. Ama çıkarlar değiştiğinde, bunun getiri değil de temel itibariyle bir oy azalmasına neden olabileceği hesabının yapıldığı andan itibaren de tam tersi bir yöne gidildi.
Bunların söylenmesi, konuşulması, hatta ima yoluyla bile bahsedilmesi çok ciddi suçlar ve suçlamalar oluşturdu. Dolayısıyla gündemleri değişince bütün bu yaklaşımları da değişti. Ama bu tabii sadece bu iktidara has bir olay değil. Süleyman Demirel de, “Dün dündür, bugün bugündür,” demişti. Bu Türk siyasal hayatının temel yasalarından biri haline geldi.
E.K.- Benzer yaklaşımları gerek AKP gerek MHP gerekse Cumhur İttifakı içinden sık sık görüyor ve duyuyoruz. İktidara yaklaşan, zaman zaman onunla ilişkiler içine girmeyi düşünebilen siyasal partilerde de benzer tür kaymalar, dalgalanmalar söz konusu oluyor. Biliyorsunuz Numan Kurtulmuş gibi bir kısmı ayrılıp o partiye geçti. Ya da Süleyman Soylu gibi daha önce gayet ağır bir takım suçlamalarda bulunurlarken şimdi iktidarı cansiparane savunur hale geldiler.
Burada hem siyasilerin hem de seçmenin çok ciddi siyasal etik sorunları var. Sonuçta da esas fatura seçmene çıkıyor. Seçmenin bu tür olayları onayladığını gösteren bir davranış biçiminde olması bütün bunların sürmesini sağlıyor. Seçmen farklı bir tepki verse bunlar anında kesilir.
E.K.- Seçmen bazı şeylere yavaş yavaş ayıyor. Fakat bu ayma çok yavaş ilerliyor. Örneğin Türkiye 2017’deki halk oylamasıyla demokrasiyle olan bağlantısını kopardı. Melez rejim olarak adlandırılıyor. Sultanizm rejimine geçtik. Bu rejimin özelliklerinin demokrasiyle bağdaşabilmesi mümkün değil. Çünkü bir kuvvetler ayrılığı öngörülmüyor. Aksine Sultanizm kuvvetlerin her üçünün de tek bir kişi tarafından denetlenmesi esasına dayanıyor. Yani kuvvetler birliği...
Devlet ve hükumet arasındaki ilişkilerin karmaşıklaşması, flulaşması, o sınırın tanınamaz hale gelmesi, bütün Sultanizm rejimlerinde olduğu gibi partinin nerede bitip devletin nerede başladığının anlaşılamaması temel özelliklerinden. Aynı bizim AKP’nin bugünkü konumda olduğu gibi...
Bunların içinde en önemli özellik bütün siyasi kararların tek bir kişinin şahsi takdiriyle alınması... Böyle olunca da kuralsızlık tam anlamıyla yaygımlaşıyor. Çünkü bir kişinin şahsi takdiri olduğu zaman kural olamaz. Kural olmadığı gibi kamu politikası da olmuyor. Dolayısıyla böyle yapılarda kamu bürokrasisi yozlaşıyor. Büyük ölçüde seviye kaybediyor, erozyona uğruyor. Kamu bürokrasisinde liyakatli eleman bulundurup çalıştırmak imkansız hale geliyor. Sonuçta sadakata dayalı, hiç bir liyakatı olmayan kişileri istihdam etme yoluna gidiliyor. Kamu bürokrasisiyle yönetim bir bakıma sulandırılıp yavaş yavaş sona eriyor.
ANAYASA’YI TEBDİL, TAĞYİR VE İLGA
Böyle bir ortamın dördüncü tanımlayıcı özelliği anayasa takiyesi diye türkçeye çevirebileceğimiz İngilizce constitutional hypocrasy.Bunu ikiyüzlülüğü diye de çevirebilirsiniz.
E.K.- Her Sultanizmde olmuyor ama yazılı Anayasa varsa şahsi takdiriyle karar alanları bağlamıyor. Dolayısıyla Anayasa yokmuş gibi hareket edebiliyorlar. Ama kendileri dışındakilere Anayasa’yı kendi anladıkları şekliyle yorumlayarak uygulamaya devam ediyorlar. Bunun da her zaman Anayasa’ya uygun yorum olması gerekmiyor. Ülkenin durumuna göre bundan da çeşitli sonuçlar ya da krizler ortaya çıkıyor.
- Tam orada sormak istediğim şu: Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi arasında Can Atalay’ın milletvekili olarak görevine başlamasını engelleyen kriz Anayasa’nın fiili olarak askıya alınması anlamına gelmiyor mu?
E.K.- Bu artık sürecin başı değil, sonu. Bizdeki tartışmalar sanki sanki süreç şu anda başlamış da bugün farkına varmışız gibi... Öyle değil. Sürecin başlangıcı 2014’tedir. 2014’te Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan aday olduğunda, adaylık koşullarını yerine getirmediği anlaşıldı. Çünkü kendisinin o tarihteki mevzuata göre bir üniversiteden alınmış diploması yoktu. Bunu ibraz edemedi. O aşamada bir takım belgeler gösterdiler. Belgelerin gerçek olmadığı ortaya çıktı. Dolayısıyla Cumhurbaşkanının seçimiyle ilgili Anayasa'’ın 101. Maddesi ihlal edilmiş oldu. Bu ihlale Yüksek Seçim Kurulu (YSK) da onay verdi.Bu, YSK yardımı ya da onayıyla yapılmış Anayasa ihlalinin ilk örneklerinden bir tanesidir.
Cumhurbaşkanı, seçildikten sonra yemin etti. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra partisiyle ilişkisinin kopması gerekiyordu; kopmadı. Hatta o tarihte başta rahmetli Burhan Kuzu olmak üzere bir takım hukukçular Anayasa’nın o maddesinin sorun teşkil etmeyeceğini söylediler. Onu da açıkça ihlal ettiler.
Derken, Cumhurbaşkanlığı andını içti. O andda Anayasa’ya bağlı kalacağına, anayasa’nın uygun gördüğü sistemle Türkiye’nin yönetilmesine yardımcı olacağına, aynı zamanda tarafsız olacağına yemin etti. Tarafsızlık partizan olmamak demek. Hem parti ilişkisini devam ettirip hem tarafsız olmak mümkün değil.
O gün partiyle ilişkisini bitirdiği izlenimi verdi; onun yerine Ahmet Davutoğlu AKP Genel Başkanı seçildi. Ama o arada da 2017 7 Haziran’da genel seçimlere gidildi. O seçimlerden önce aktif olarak AKP için propaganda yaptı. O propaganda sırasında muhalefete ağır suçlamalarda bulundu. Böylece Anayasa’nın 103. Maddesini de ihlal etti. Bu konuda da YSK’nın hiç bir müdahalesi olmadı. Yani 2014 ve 2015’te Anayasa’nın hem 101. Hem 103. Maddelerini ihlal etti.
2015 seçimi sonrası önce bir terör fırtınası yaşadık. Derken 1 Kasım 2015 erken seçimlerinde terör ve terörden kaynaklanan kaygılar birinci sıraya yükseldi. Bu, bizim yaptığımız seçim araştırmalarında da ortaya çıktı. Daha önceleri bu yoktu. Terör hep önde gelen unsurlardandı ama ekonomi her zaman onun önüne geçiyordu.
E.K.- Seçmen terör korkusunun etkisi altında, aman istikrar bozulmasın, terör hortlamasın, bunu ancak AKP iktidarı halleder, deyip ona son defa Meclis çoğunluğunu verdi. AKP ondan sonra bir daha Meclis çoğunluğunu alamadı. Dikkatinizi çekerim. Adına “ittifak” denen koalisyonla yönetiyor ama AKP’ye göre koalisyonlar kötü, ittifak iyi. Orada da bir çifte standart olduğu ve bu çifte standardı gündeme getirmeden yönetmeye devam ettiğini hatırlatmak istiyorum.
2016’dan itibaren ilginç gelişmeler olmaya başladı. MHP Lideri Devlet Bahçeli, “Cumhurbaşkanı Anayasa’ya uymuyor. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı’na uygun Anayasa yapalım,”dedi. Bunu yardımcısı Semih Yalçın da destekledi. Yani Anayasa’yı yok hükmünde ilan etti. Bunun üstüne, muhalif partilerle yeni bir Anayasa arayışı içine girdiler. Ama oradan hiç bir şey çıkmadı. Öyle olunca bir Anayasa değişikliği paketi üstünde yoğunlaştılar. O pakette Anayasa’nın 18 maddesi değiştirildi. Madde 8’de yürütme lağvediliyor ama tam değil. Başbakan ve bakanlardan oluşan yürütmenin Meclis’e karşı sorumlulukları kaldırıldı. Bunun yerine “Yürütme Cumhurbaşkanı’ndan ibarettir” denildi.
E.K.- Tam da dediğiniz gibi ğ’yle telaffuz ediyor. Ama kabinenin Anayasa’da tanımı yok. Ne olduğu belli değil. Dolayısıyla bakanlar da yok ama bakanlar fiilen mevcut. O bakanların statüleri nedir? Belli değil. Yani Anayasa iyice karmaşık bir metin haline getirildi.
Anayasa hukukçusu dostlarımız bunların eski biçimleriyle devam ettiğina inanıyorlar ve yorumlarını ona göre yapıyorlar. Ben aynı kanıda değilim. Çünkü ortada bir Anayasa takiyyesi var. Bu olduğu için bakanlıklar çalışmıyor. Bakanlıklar Cumhurbaşkanı’ndan gelecek direktiflere, emirlere göre hareket ediyor. Öyle bir direktif gelmezse kendi alanlarında iş yapmıyorlar. Şu anda Türkiye karmaşayla yönetiliyor. Dolayısıyla büyük bir istikrarsızlık var.
E.K.- Sorumluluğu yok. Sadece yönetiyor. Sorumlu tutulması için bir düzenleme yapıldı ama fiiliyata geçmesi hemen hemen imkansız. Dikkat edin Meclis Süleyman Soylu’yu sorgulayamadı. Çünkü 301 oya ihtiyaç var. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı hiç bir şekilde kendisinin sorumlu tutulmayacağını ve hesap vermeyeceğini düşünerek hareket eden bir konumda.
KANUNLARIN RUHU ÜZERİNE
Hem kişisel, keyfi kararlar alabiliyor hem de bunun sonunda sorumlu tutulmayacağını bilerek bunu yapıyor. Bu da tabii 1743’te “Kanunların Ruhu Üzerine ” (De l’Esprit des Lois) kitabının yazarı Montesquieu’nün tabiriyle iktidar suistimaline sebep oluyor. Kitap diyor ki: “İktidarı sınırlamazsanız , dengeleyen, denetleyen mekanizmalar kurup bunu belli bir sınır içinde tutmazsanız iktidar suistimale eğilimlidir.” Onun için de kuvvetler ayrılığını öneriyor. Dikkat edin, biz 1743’ün gerisine giittik. Burada sorumsuz, sınırsız ve hesap vermez bir iktidar var. Dolayısıyla büyük ölçüde suistimale ve yolsuzluğa yol açıyor. 2022’de Transparency International’ın (Uluslararası Şeffaflık Derneği) yolsuzluk algısı endeksinde 101. sıradayız. On yıl önce 54. Sıradaydık. On yılda geldiğimiz noktaya bakın.
Anayasa’nın dikkate alınmaması süreci çeşitli uygulamalarla devam ediyor. Mesela Anayasa’nın ikinci maddesini görmezden geliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir, diyor. Burada demokratik bir deçim bile yapılamıyor. Çünkü demokratik seçimlerin hem adil hem de özgür olması lazım. İngilizcede “level playing field” deyimi var. Yani düz bir ortamda herkes eşit koşullarda yarışmalı. Ama bizim yarış pistimiz çarpık.
E.K.- AGİT’in raporları var. 2015 seçimlerinden itibaren seçim kampanyalarında tarafların eşit olmadığını vurguluyor.
- Seçim kampanyalarında ağır dezenformasyon yapıldığını da unutmamak gerek...
E.K.- Tabii. Süleyman Soylu İçişleri Bakanıyken İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde 550 teroristin görevli olduğunu iddia etmişti. Bu konuda açılan davada ifade verdi. Bu konuda herhangi bir bilgisi ya da belgesi olmadığını, bunu sadece söylem olarak kullandığını söyledi.
DEZENFORMASYON VAR, TAKAN YOK
- Dezenformasyon Yasası yürürlükte. Buna göre Süleyman Soylu’nun ciddi biçimde cezalandırılması gerekmiyor mu?
E.K.- Dezenformasyon Yasası kendi işlerine gelmeyen açıklamaları yapanları susturmak için çıkarıldı.
Bakın, Anayasa’daki bir çok madde ya uygulanmamaya ya da bunlar Anayasa’da yokmuş gibi davranılmaya başlandı. Dolayısıyla bu maddeler de ihlal edildi. Bu süreç içinde Yargıtay Ve Danıştay bir takım olmaması gereken kararları onayladı. En basit örneği İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmaktı. İstanbul Sözleşmesi Meclis’in onaylamış olduğu bir sözleşme. Bu sözleşmeden Meclis’te tartışılmadan çıkılmaması gerekir.
E.K.- Evet. Özellikle 90. Madde. Bazı güçlü siyasi çıkar grupları (tarikatlar, cemaatler) İstanbul Sözleşmesi’nin kendilerine zarar verdiği gerekçesiyle sözleşmeden çıkılması için baskı yaptılar. Böylece Meclis’e götürülmeden sözleşmeden çıkıldı. Arkasından Danıştay’ın da onayı geldi. Bu da Anayasa’yı ihlal’di.
Bakın, yargıç ehliyeti bozuldu. 12 Eylül 2010 referandumuyla değiştirilen HSYK (Hakimler, Savcılar Yüksek Kurulu) , yani şimdiki HSK(Hakimler, Savcılar Kurulu)’yla Fethullahçı cemaatin üyeleri tasfiye edildi. Onların yerine başkaları aceleyle atandı. O atama sırasında ehliyetleri olup olmadığına bakılmadı. Hatta bir çok kişi, bunların yurt dışında kurulmuş olan bir hukuk fakültesinden getirildikleri, 900 kişinin AKP üyesi oldukları, bu kritik görevlerde bulunacak müktesebatları bulunmadığını söyledi. Bu da ehliyet konusunu çok ciddi sorgulattırıyor. Dolayısıyla da Anayasa’nın ikinci maddesinin ihlal edildiği görüntüsü ortaya çıkıyor.
E.K.- Bunun yayımlanmasından sonra hapis cezasına çarptırılan gazeteciler, “Biz neden içeride yattık?” diye sordular.
Sultanizm rejiminin temel özelliği Anayasa takiyesiyle birlikte çifte standart uygulanması. Temelde Anayasa ihlalleri bu şekilde devam ediyor.
- Kürt açılımının tam gaz sürdüğü 2012 yılında o zamanki Başbakan Yardımcısı ve Hükumet Sözcüsü AKP’li Bülent Arınç, bir ABD ziyaretinde şunları söylemişti: “Sayın Öcalan demek suç olmaktan çıktı. PKK’nın kendine ait bayrağını elinde taşımak, Öcalan’ın posterlerini elinde taşımak suç olmaktan çıktı. Hatta Türkiye’nin sistemi böyle olmalıdır, eyaletler , demokratik özerklikler filan, bunların artık hiç birisi suç değil. Geçmişte bu suçlamalarla cezaevinde yatanların hepsi çıktı. Düşüncelerini ve fikirlerini açıklamaktan ve bunu basın yayın yoluyla açıklamaktan dolayı yapan kim varsa cezalarını erteledik. Artık bundan dolayı da dava açılmıyor.”
Ama bugüne baktığımız zaman HADEP yöneticileri hapiste, hükümet hatta Mayıs seçimlerinde eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu Kandil’deki Murat Karayılan’la gösteren düzmece posteri döne döne yayımlatarak CHP’yi PKK yandaşı gibi göstermeye çalıştı. Bu nasıl yaman bir çelişkidir?
E.K.- Bu, dün dündür, bugün bugündür, görüntüsü. O günkü koşullarda PKK’yla en üst düzeyde sürdürülen görüşmeler herhangi bir şekilde sorun teşkil etmiyordu. Çünkü bu iktidarın hem yurt içi hem yurt dışında belli bir imaj çizmesi ve ondan bir takım siyasi yararlar elde edebilmesi için mükemmel bir fırsat olarak görülüyordu.
Dolayısıyla orada PKK’yla ilgili bayrakları dahil her türlü simgenin kullanılması, aynı zamanda liderlerine sayın denmesi, onun dışında bir çok konuda, yeni anayasa gibi bir takım fikirlerin tartışılması adeta teşvik edildi. Ama çıkarlar değiştiğinde, bunun getiri değil de temel itibariyle bir oy azalmasına neden olabileceği hesabının yapıldığı andan itibaren de tam tersi bir yöne gidildi.
Bunların söylenmesi, konuşulması, hatta ima yoluyla bile bahsedilmesi çok ciddi suçlar ve suçlamalar oluşturdu. Dolayısıyla gündemleri değişince bütün bu yaklaşımları da değişti. Ama bu tabii sadece bu iktidara has bir olay değil. Süleyman Demirel de, “Dün dündür, bugün bugündür,” demişti. Bu Türk siyasal hayatının temel yasalarından biri haline geldi.
- O zaman siyasette nasıl inandırıcı olunabilir?
E.K.- Benzer yaklaşımları gerek AKP gerek MHP gerekse Cumhur İttifakı içinden sık sık görüyor ve duyuyoruz. İktidara yaklaşan, zaman zaman onunla ilişkiler içine girmeyi düşünebilen siyasal partilerde de benzer tür kaymalar, dalgalanmalar söz konusu oluyor. Biliyorsunuz Numan Kurtulmuş gibi bir kısmı ayrılıp o partiye geçti. Ya da Süleyman Soylu gibi daha önce gayet ağır bir takım suçlamalarda bulunurlarken şimdi iktidarı cansiparane savunur hale geldiler.
Burada hem siyasilerin hem de seçmenin çok ciddi siyasal etik sorunları var. Sonuçta da esas fatura seçmene çıkıyor. Seçmenin bu tür olayları onayladığını gösteren bir davranış biçiminde olması bütün bunların sürmesini sağlıyor. Seçmen farklı bir tepki verse bunlar anında kesilir.
- Daha önceki bir söyleşimizde, Türk halkı anomiktir, demiştiniz. O zaman seçmenden başka türlü bir davranış nasıl bekleyebiliriz?
E.K.- Seçmen bazı şeylere yavaş yavaş ayıyor. Fakat bu ayma çok yavaş ilerliyor. Örneğin Türkiye 2017’deki halk oylamasıyla demokrasiyle olan bağlantısını kopardı. Melez rejim olarak adlandırılıyor. Sultanizm rejimine geçtik. Bu rejimin özelliklerinin demokrasiyle bağdaşabilmesi mümkün değil. Çünkü bir kuvvetler ayrılığı öngörülmüyor. Aksine Sultanizm kuvvetlerin her üçünün de tek bir kişi tarafından denetlenmesi esasına dayanıyor. Yani kuvvetler birliği...
Devlet ve hükumet arasındaki ilişkilerin karmaşıklaşması, flulaşması, o sınırın tanınamaz hale gelmesi, bütün Sultanizm rejimlerinde olduğu gibi partinin nerede bitip devletin nerede başladığının anlaşılamaması temel özelliklerinden. Aynı bizim AKP’nin bugünkü konumda olduğu gibi...
Bunların içinde en önemli özellik bütün siyasi kararların tek bir kişinin şahsi takdiriyle alınması... Böyle olunca da kuralsızlık tam anlamıyla yaygımlaşıyor. Çünkü bir kişinin şahsi takdiri olduğu zaman kural olamaz. Kural olmadığı gibi kamu politikası da olmuyor. Dolayısıyla böyle yapılarda kamu bürokrasisi yozlaşıyor. Büyük ölçüde seviye kaybediyor, erozyona uğruyor. Kamu bürokrasisinde liyakatli eleman bulundurup çalıştırmak imkansız hale geliyor. Sonuçta sadakata dayalı, hiç bir liyakatı olmayan kişileri istihdam etme yoluna gidiliyor. Kamu bürokrasisiyle yönetim bir bakıma sulandırılıp yavaş yavaş sona eriyor.
ANAYASA’YI TEBDİL, TAĞYİR VE İLGA
Böyle bir ortamın dördüncü tanımlayıcı özelliği anayasa takiyesi diye türkçeye çevirebileceğimiz İngilizce constitutional hypocrasy.Bunu ikiyüzlülüğü diye de çevirebilirsiniz.
- Sahtekarlık da diyebiliriz belki...
E.K.- Her Sultanizmde olmuyor ama yazılı Anayasa varsa şahsi takdiriyle karar alanları bağlamıyor. Dolayısıyla Anayasa yokmuş gibi hareket edebiliyorlar. Ama kendileri dışındakilere Anayasa’yı kendi anladıkları şekliyle yorumlayarak uygulamaya devam ediyorlar. Bunun da her zaman Anayasa’ya uygun yorum olması gerekmiyor. Ülkenin durumuna göre bundan da çeşitli sonuçlar ya da krizler ortaya çıkıyor.
- Tam orada sormak istediğim şu: Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi arasında Can Atalay’ın milletvekili olarak görevine başlamasını engelleyen kriz Anayasa’nın fiili olarak askıya alınması anlamına gelmiyor mu?
E.K.- Bu artık sürecin başı değil, sonu. Bizdeki tartışmalar sanki sanki süreç şu anda başlamış da bugün farkına varmışız gibi... Öyle değil. Sürecin başlangıcı 2014’tedir. 2014’te Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan aday olduğunda, adaylık koşullarını yerine getirmediği anlaşıldı. Çünkü kendisinin o tarihteki mevzuata göre bir üniversiteden alınmış diploması yoktu. Bunu ibraz edemedi. O aşamada bir takım belgeler gösterdiler. Belgelerin gerçek olmadığı ortaya çıktı. Dolayısıyla Cumhurbaşkanının seçimiyle ilgili Anayasa'’ın 101. Maddesi ihlal edilmiş oldu. Bu ihlale Yüksek Seçim Kurulu (YSK) da onay verdi.Bu, YSK yardımı ya da onayıyla yapılmış Anayasa ihlalinin ilk örneklerinden bir tanesidir.
Cumhurbaşkanı, seçildikten sonra yemin etti. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra partisiyle ilişkisinin kopması gerekiyordu; kopmadı. Hatta o tarihte başta rahmetli Burhan Kuzu olmak üzere bir takım hukukçular Anayasa’nın o maddesinin sorun teşkil etmeyeceğini söylediler. Onu da açıkça ihlal ettiler.
Derken, Cumhurbaşkanlığı andını içti. O andda Anayasa’ya bağlı kalacağına, anayasa’nın uygun gördüğü sistemle Türkiye’nin yönetilmesine yardımcı olacağına, aynı zamanda tarafsız olacağına yemin etti. Tarafsızlık partizan olmamak demek. Hem parti ilişkisini devam ettirip hem tarafsız olmak mümkün değil.
O gün partiyle ilişkisini bitirdiği izlenimi verdi; onun yerine Ahmet Davutoğlu AKP Genel Başkanı seçildi. Ama o arada da 2017 7 Haziran’da genel seçimlere gidildi. O seçimlerden önce aktif olarak AKP için propaganda yaptı. O propaganda sırasında muhalefete ağır suçlamalarda bulundu. Böylece Anayasa’nın 103. Maddesini de ihlal etti. Bu konuda da YSK’nın hiç bir müdahalesi olmadı. Yani 2014 ve 2015’te Anayasa’nın hem 101. Hem 103. Maddelerini ihlal etti.
2015 seçimi sonrası önce bir terör fırtınası yaşadık. Derken 1 Kasım 2015 erken seçimlerinde terör ve terörden kaynaklanan kaygılar birinci sıraya yükseldi. Bu, bizim yaptığımız seçim araştırmalarında da ortaya çıktı. Daha önceleri bu yoktu. Terör hep önde gelen unsurlardandı ama ekonomi her zaman onun önüne geçiyordu.
- Bunun nedeni ne olabilir?
E.K.- Seçmen terör korkusunun etkisi altında, aman istikrar bozulmasın, terör hortlamasın, bunu ancak AKP iktidarı halleder, deyip ona son defa Meclis çoğunluğunu verdi. AKP ondan sonra bir daha Meclis çoğunluğunu alamadı. Dikkatinizi çekerim. Adına “ittifak” denen koalisyonla yönetiyor ama AKP’ye göre koalisyonlar kötü, ittifak iyi. Orada da bir çifte standart olduğu ve bu çifte standardı gündeme getirmeden yönetmeye devam ettiğini hatırlatmak istiyorum.
2016’dan itibaren ilginç gelişmeler olmaya başladı. MHP Lideri Devlet Bahçeli, “Cumhurbaşkanı Anayasa’ya uymuyor. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı’na uygun Anayasa yapalım,”dedi. Bunu yardımcısı Semih Yalçın da destekledi. Yani Anayasa’yı yok hükmünde ilan etti. Bunun üstüne, muhalif partilerle yeni bir Anayasa arayışı içine girdiler. Ama oradan hiç bir şey çıkmadı. Öyle olunca bir Anayasa değişikliği paketi üstünde yoğunlaştılar. O pakette Anayasa’nın 18 maddesi değiştirildi. Madde 8’de yürütme lağvediliyor ama tam değil. Başbakan ve bakanlardan oluşan yürütmenin Meclis’e karşı sorumlulukları kaldırıldı. Bunun yerine “Yürütme Cumhurbaşkanı’ndan ibarettir” denildi.
- Bakanlar Kurulu da kendilerinin telaffuzuyla “kabiğne” (kabine) olmadı mı?
E.K.- Tam da dediğiniz gibi ğ’yle telaffuz ediyor. Ama kabinenin Anayasa’da tanımı yok. Ne olduğu belli değil. Dolayısıyla bakanlar da yok ama bakanlar fiilen mevcut. O bakanların statüleri nedir? Belli değil. Yani Anayasa iyice karmaşık bir metin haline getirildi.
Anayasa hukukçusu dostlarımız bunların eski biçimleriyle devam ettiğina inanıyorlar ve yorumlarını ona göre yapıyorlar. Ben aynı kanıda değilim. Çünkü ortada bir Anayasa takiyyesi var. Bu olduğu için bakanlıklar çalışmıyor. Bakanlıklar Cumhurbaşkanı’ndan gelecek direktiflere, emirlere göre hareket ediyor. Öyle bir direktif gelmezse kendi alanlarında iş yapmıyorlar. Şu anda Türkiye karmaşayla yönetiliyor. Dolayısıyla büyük bir istikrarsızlık var.
- Ve bütün bu karmaşanın bir tek sorumlusu var, öyle mi?
E.K.- Sorumluluğu yok. Sadece yönetiyor. Sorumlu tutulması için bir düzenleme yapıldı ama fiiliyata geçmesi hemen hemen imkansız. Dikkat edin Meclis Süleyman Soylu’yu sorgulayamadı. Çünkü 301 oya ihtiyaç var. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı hiç bir şekilde kendisinin sorumlu tutulmayacağını ve hesap vermeyeceğini düşünerek hareket eden bir konumda.
KANUNLARIN RUHU ÜZERİNE
Hem kişisel, keyfi kararlar alabiliyor hem de bunun sonunda sorumlu tutulmayacağını bilerek bunu yapıyor. Bu da tabii 1743’te “Kanunların Ruhu Üzerine ” (De l’Esprit des Lois) kitabının yazarı Montesquieu’nün tabiriyle iktidar suistimaline sebep oluyor. Kitap diyor ki: “İktidarı sınırlamazsanız , dengeleyen, denetleyen mekanizmalar kurup bunu belli bir sınır içinde tutmazsanız iktidar suistimale eğilimlidir.” Onun için de kuvvetler ayrılığını öneriyor. Dikkat edin, biz 1743’ün gerisine giittik. Burada sorumsuz, sınırsız ve hesap vermez bir iktidar var. Dolayısıyla büyük ölçüde suistimale ve yolsuzluğa yol açıyor. 2022’de Transparency International’ın (Uluslararası Şeffaflık Derneği) yolsuzluk algısı endeksinde 101. sıradayız. On yıl önce 54. Sıradaydık. On yılda geldiğimiz noktaya bakın.
Anayasa’nın dikkate alınmaması süreci çeşitli uygulamalarla devam ediyor. Mesela Anayasa’nın ikinci maddesini görmezden geliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir, diyor. Burada demokratik bir deçim bile yapılamıyor. Çünkü demokratik seçimlerin hem adil hem de özgür olması lazım. İngilizcede “level playing field” deyimi var. Yani düz bir ortamda herkes eşit koşullarda yarışmalı. Ama bizim yarış pistimiz çarpık.
- Bütün devlet imkanları, medyanın neredeyse tamamı, adalet sistemi iktidarın elindeyken nasıl hakça ve özgür seçimler yapılabilir?
E.K.- AGİT’in raporları var. 2015 seçimlerinden itibaren seçim kampanyalarında tarafların eşit olmadığını vurguluyor.
- Seçim kampanyalarında ağır dezenformasyon yapıldığını da unutmamak gerek...
E.K.- Tabii. Süleyman Soylu İçişleri Bakanıyken İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde 550 teroristin görevli olduğunu iddia etmişti. Bu konuda açılan davada ifade verdi. Bu konuda herhangi bir bilgisi ya da belgesi olmadığını, bunu sadece söylem olarak kullandığını söyledi.
DEZENFORMASYON VAR, TAKAN YOK
- Dezenformasyon Yasası yürürlükte. Buna göre Süleyman Soylu’nun ciddi biçimde cezalandırılması gerekmiyor mu?
E.K.- Dezenformasyon Yasası kendi işlerine gelmeyen açıklamaları yapanları susturmak için çıkarıldı.
Bakın, Anayasa’daki bir çok madde ya uygulanmamaya ya da bunlar Anayasa’da yokmuş gibi davranılmaya başlandı. Dolayısıyla bu maddeler de ihlal edildi. Bu süreç içinde Yargıtay Ve Danıştay bir takım olmaması gereken kararları onayladı. En basit örneği İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmaktı. İstanbul Sözleşmesi Meclis’in onaylamış olduğu bir sözleşme. Bu sözleşmeden Meclis’te tartışılmadan çıkılmaması gerekir.
- Bu da Anayasa’yı ihlal etmek değil mi?
E.K.- Evet. Özellikle 90. Madde. Bazı güçlü siyasi çıkar grupları (tarikatlar, cemaatler) İstanbul Sözleşmesi’nin kendilerine zarar verdiği gerekçesiyle sözleşmeden çıkılması için baskı yaptılar. Böylece Meclis’e götürülmeden sözleşmeden çıkıldı. Arkasından Danıştay’ın da onayı geldi. Bu da Anayasa’yı ihlal’di.
Bakın, yargıç ehliyeti bozuldu. 12 Eylül 2010 referandumuyla değiştirilen HSYK (Hakimler, Savcılar Yüksek Kurulu) , yani şimdiki HSK(Hakimler, Savcılar Kurulu)’yla Fethullahçı cemaatin üyeleri tasfiye edildi. Onların yerine başkaları aceleyle atandı. O atama sırasında ehliyetleri olup olmadığına bakılmadı. Hatta bir çok kişi, bunların yurt dışında kurulmuş olan bir hukuk fakültesinden getirildikleri, 900 kişinin AKP üyesi oldukları, bu kritik görevlerde bulunacak müktesebatları bulunmadığını söyledi. Bu da ehliyet konusunu çok ciddi sorgulattırıyor. Dolayısıyla da Anayasa’nın ikinci maddesinin ihlal edildiği görüntüsü ortaya çıkıyor.
- Yıllar önce TCK’ya (Türk Ceza Kanunu) bir madde eklenerek MİT mensuplarının kimliklerinin ifşa edilmeleri ağır suç kapsamına alınmıştı. Bu nedenle pek çok gazeteci hapis yattı. Ama geçenlerde MİT’in kuruluşunun 97. Yıldönümü törenine katılan bütün MİT mensupların fotoğrafı Cumhurbaşkanlığı’nın resmi sitesinde yayımlandı. Gazetecilere suç oluyor ama Cumhurbaşkanlığı’na olmuyor mu?
E.K.- Bunun yayımlanmasından sonra hapis cezasına çarptırılan gazeteciler, “Biz neden içeride yattık?” diye sordular.
Sultanizm rejiminin temel özelliği Anayasa takiyesiyle birlikte çifte standart uygulanması. Temelde Anayasa ihlalleri bu şekilde devam ediyor.