End
Üye
- Katılım
- 21 Ocak 2021
- Mesajlar
- 972
- Tepkime puanı
- 51
- Puanları
- 18
- Cinsiyet
- Medeni Hali
- Memleket
- 19 ÇORUM
- Takım
- Fenerbahçe
- Burç
- Kova
- Mesleği
- Muhasebe
İtibar:
“Bu sabah inanamayacağım bir manzara ile karşılaştım. Boğazda oturduğumuz yalının balkonuna kahve içmek için çıktığımda, bütün balkonun kocaman balıklarla dolu olduğunu gördüm. Balıklar henüz canlıydılar ve çırpınıp duruyorlardı. Hizmetkarımız Fatma, aniden soğuyan deniz suyundan kaçmak isteyen balıkların, zıplayarak sahile ve balkonlara doluştuğunu söyledi. Şaşkınlığım hala sürüyor”…
Bu sözler, 1672’de İstanbul’u ziyaret eden Lady Mary Montegue’ye ait. Zamanın İngiltere Büyükelçisi olan eşinin yanına gelen ve İstanbul’da bir süre yaşayan Montegue, daha sonra anılarını bir kitap olarak İngiltere’de bastırdı. Lady Montegue anılarında Boğaziçi ve Boğaziçi balıklarından söz ederken, her mevsimde en az yirmi çeşit balık bulunduğunu ve İstanbul halkının balık tutmak için ucuna olta bağlanmış bir ipi denize sallandırmalarının yeterli olduğunu söylüyor.
“Marsilya, Toronto ve Venedik de balık bolluğunda üstündür ama Boğaz hepsini aşar. Balık o kadar boldur ki, herhangi bir kimse hiçbir balıkçılık deneyimi olmasa bile rastgele çok sayıda balık tutabilir. Kıyıdaki evlerde oturan kadınlar ve çocuklar, pencerelerinden sarkıttıkları hasır sepetle balık tutar. Yemsiz oltayla bile tüm Yunanistan’a yetecek kadar palamut tutulabilir”…
Bunlar da 1560’ların başında İstanbul’a gelen Fransız gezgin Pierre Gilles’in “De Bospora Thracio - İstanbul Boğazı” adlı kitabından alınmış birkaç satır.
***********
Bunları geçenlerde Balıkpazarı’nda gezerken düşünüyorum. Eylül’le birlikte balık mevsimi de başladı. Başladı ama o beklenen canlılık yok. Balıkpazarı tezgahları da buna uymuş. Gençliğimin o jilet mavisi elektrik çakımları yok pazarda. Tramvay çanlarının sesleri, avaz avaz bağıran balıkçıların seslerine karışmıyor. Çünkü balıkçılar sessiz.
Defne yapraklarıyla süslenmiş balık tezgahlarında bir iki avuç hamsi, mostralık üç beş palamut, o tatlı kahve renkleri artık sönmeye yüz tutmuş bir tutam mezgit, ışıkları eskisi gibi şavkımayan kıraça büyüklüğünde istavrit, pullarında eskinin menevişlerinden eser bulunmayan sardalya, biraz utanır gibi kıvrılıp kalakalmış…
Ben de çok değil daha yirmi, otuz yıl öncesinin boğaz ve Marmara balıklarını hatırlıyorum.
Pembeli siyahlı gelincik balıkları, gerçekten de bir gümüş gibi parıldayan gümüşler, pembe bir inci gibi ışıldayan mercanlar, uzun bıyıklarıyla mağrur kahverengi-kırmızı barbunyalar, bir yakamoz bulutu halinde yüzen levrekler, nazlı lüferler, hoppa tekirler, babayani kalkanlar, bembeyaz kumlara telaşsızca oturmuş etrafı gözleyen dil ve pisi balıkları, kulakları mor menevişli pembe kırlangıçlar, yeşil bir ışık topu gibi çakan bıçkın zarganalar, kül renkli izmaritler, sarı ışıltıları denizin mavisinde eriyen istavritler, eylülle birlikte kendini boğazın henüz soğumamış sularına atan kurşuni-beyaz palamutlar…
Kulakları karanfilli torikler, samanyolu renkli sardalyalar, kömür karası orkinoslor, bir Van Gogh mavisi gibi yüzen uskumrular, pullarında “yandımalamadım kırmızısı” gezdiren kaya ve kum barbunyaları, bir Bizans gümüş sikkesi gibi dolaşan karagözler…
**********
Sadece balıkları değil, balıkçıları da bitmeye yüz tuttu İstanbul’un. Boğaziçi’nin, İstinye’nin, Menekşe’nin, Büyük ve Küçük Çekmece’lerin, Adaların, Kartal’ın, Pendik’in, Beykoz’un, Çubuklu’nun, Kanlıca’nın, Arnavutköyü’n, Rumeli Hisarı’nın, Tarabya’nın, Aşiyan’ın, Kuruçeşme’nin, Yeniköy’ün, Sarıyer’in, Kireçburnu’nun, Baltalimanı’nın balıkçıları da yok artık.
Mercancı Hıristo, Oltacı Niko, Marmara Beyi Remzi, Rakısever Yorgo, Peremeci Hayrullah, Çektiri Gülü Namık, Hamlacıbaşı Sedat Reis, Lüferci Küçük Kemal, Dalyancı Kör Arap, Misinacı Lefter, LüksçübaşıYani, Zokacı Büyük İsmet, Kaşıkçı Hasan, Çaparici Yılmaz, Pırpırcı Avram, Manyatçı Karakan, Iğrıpçı Agop, İstiridyeci Hırant, Kofanacı Coşkun…
Neredeler, bilip hatırlayan var mı? Menekşe’nin yoksul evlerinde kırlangıç balığı çorbasının dumanı tütmüyor artık.
Kırlangıç da, onu tutan Yılmaz Reis de, İstanbul Boğazı’nın “gayriresmi” tarihinin tozlu sayfalarına karıştılar çoktan. Tıpkı kepçeciler, lüksçüler, sepetçiler, dalyancılar, zokacılar, çapariciler, seyirtmeciler, zıpkıncılar gibi kaybolup gittiler işte…
Balıklar bitti. Balıkçılar bitti. Tekneler de bitti. Alamanalar, çektiriler, peremeler, sandallar, kayıklar da bitti. Rumeli Hisarlı Coşkun’un kavuşamadığı sevgilisinin gözlerini düşünerek zehir yeşiline boyadığı kayığı, boğazın karanlık sularında tehlikeli yakamozlar yapmıyor artık.
Güzelim İstanbul’un neredeyse 18 milyona vurmuş nüfusu içinde, topu topu 200-300 yüz kadar balıkçı kalmış. Balık kalmamış ki balıkçı kalsın. İstanbul’un bir rengi daha gözlerimizin önünde soluyor.
Balıkpazarı’na aynı benim gibi yalnız ve yorgun bir akşam iniyor. Yüzlerce mumluk ampuller bile solgun. Güz mevsiminde, Teşrini Sani’deyiz artık. Kulaklarımda yoksul bir Samatya şarkısı: “Sebep Sensin, Gönülde İhtilale”…
Neyi kaldı ki bu yedi tepeli kentin, balık ve balıkçıları kalsın. Kırlangıç balığının menevişleri, İstinyeli “Cihanyandı” Despina’nın zümrüt yeşili gözlerindeki menevişler gibi silindi gitti. Krom sarısı Sarıkanatlar, Bizans pembesi barbunyalar, kilise mavisi istavritler, fingirdek lüferler, turkuaz çinekoplar, kraliyet beyazı uskumrular bana bir gençlik sevdası kadar uzaklar artık.
Bir bir geçen sonbaharları bir mıh gibi yüreklerinde tutan Boğaziçi’nin yok olmaya başlamış balıkçıları, kül rengi bir gizli hüzün içindeler şimdi .
Öyle işte…
Bu sözler, 1672’de İstanbul’u ziyaret eden Lady Mary Montegue’ye ait. Zamanın İngiltere Büyükelçisi olan eşinin yanına gelen ve İstanbul’da bir süre yaşayan Montegue, daha sonra anılarını bir kitap olarak İngiltere’de bastırdı. Lady Montegue anılarında Boğaziçi ve Boğaziçi balıklarından söz ederken, her mevsimde en az yirmi çeşit balık bulunduğunu ve İstanbul halkının balık tutmak için ucuna olta bağlanmış bir ipi denize sallandırmalarının yeterli olduğunu söylüyor.
“Marsilya, Toronto ve Venedik de balık bolluğunda üstündür ama Boğaz hepsini aşar. Balık o kadar boldur ki, herhangi bir kimse hiçbir balıkçılık deneyimi olmasa bile rastgele çok sayıda balık tutabilir. Kıyıdaki evlerde oturan kadınlar ve çocuklar, pencerelerinden sarkıttıkları hasır sepetle balık tutar. Yemsiz oltayla bile tüm Yunanistan’a yetecek kadar palamut tutulabilir”…
Bunlar da 1560’ların başında İstanbul’a gelen Fransız gezgin Pierre Gilles’in “De Bospora Thracio - İstanbul Boğazı” adlı kitabından alınmış birkaç satır.
***********
Bunları geçenlerde Balıkpazarı’nda gezerken düşünüyorum. Eylül’le birlikte balık mevsimi de başladı. Başladı ama o beklenen canlılık yok. Balıkpazarı tezgahları da buna uymuş. Gençliğimin o jilet mavisi elektrik çakımları yok pazarda. Tramvay çanlarının sesleri, avaz avaz bağıran balıkçıların seslerine karışmıyor. Çünkü balıkçılar sessiz.
Defne yapraklarıyla süslenmiş balık tezgahlarında bir iki avuç hamsi, mostralık üç beş palamut, o tatlı kahve renkleri artık sönmeye yüz tutmuş bir tutam mezgit, ışıkları eskisi gibi şavkımayan kıraça büyüklüğünde istavrit, pullarında eskinin menevişlerinden eser bulunmayan sardalya, biraz utanır gibi kıvrılıp kalakalmış…
Ben de çok değil daha yirmi, otuz yıl öncesinin boğaz ve Marmara balıklarını hatırlıyorum.
Pembeli siyahlı gelincik balıkları, gerçekten de bir gümüş gibi parıldayan gümüşler, pembe bir inci gibi ışıldayan mercanlar, uzun bıyıklarıyla mağrur kahverengi-kırmızı barbunyalar, bir yakamoz bulutu halinde yüzen levrekler, nazlı lüferler, hoppa tekirler, babayani kalkanlar, bembeyaz kumlara telaşsızca oturmuş etrafı gözleyen dil ve pisi balıkları, kulakları mor menevişli pembe kırlangıçlar, yeşil bir ışık topu gibi çakan bıçkın zarganalar, kül renkli izmaritler, sarı ışıltıları denizin mavisinde eriyen istavritler, eylülle birlikte kendini boğazın henüz soğumamış sularına atan kurşuni-beyaz palamutlar…
Kulakları karanfilli torikler, samanyolu renkli sardalyalar, kömür karası orkinoslor, bir Van Gogh mavisi gibi yüzen uskumrular, pullarında “yandımalamadım kırmızısı” gezdiren kaya ve kum barbunyaları, bir Bizans gümüş sikkesi gibi dolaşan karagözler…
**********
Sadece balıkları değil, balıkçıları da bitmeye yüz tuttu İstanbul’un. Boğaziçi’nin, İstinye’nin, Menekşe’nin, Büyük ve Küçük Çekmece’lerin, Adaların, Kartal’ın, Pendik’in, Beykoz’un, Çubuklu’nun, Kanlıca’nın, Arnavutköyü’n, Rumeli Hisarı’nın, Tarabya’nın, Aşiyan’ın, Kuruçeşme’nin, Yeniköy’ün, Sarıyer’in, Kireçburnu’nun, Baltalimanı’nın balıkçıları da yok artık.
Mercancı Hıristo, Oltacı Niko, Marmara Beyi Remzi, Rakısever Yorgo, Peremeci Hayrullah, Çektiri Gülü Namık, Hamlacıbaşı Sedat Reis, Lüferci Küçük Kemal, Dalyancı Kör Arap, Misinacı Lefter, LüksçübaşıYani, Zokacı Büyük İsmet, Kaşıkçı Hasan, Çaparici Yılmaz, Pırpırcı Avram, Manyatçı Karakan, Iğrıpçı Agop, İstiridyeci Hırant, Kofanacı Coşkun…
Neredeler, bilip hatırlayan var mı? Menekşe’nin yoksul evlerinde kırlangıç balığı çorbasının dumanı tütmüyor artık.
Kırlangıç da, onu tutan Yılmaz Reis de, İstanbul Boğazı’nın “gayriresmi” tarihinin tozlu sayfalarına karıştılar çoktan. Tıpkı kepçeciler, lüksçüler, sepetçiler, dalyancılar, zokacılar, çapariciler, seyirtmeciler, zıpkıncılar gibi kaybolup gittiler işte…
Balıklar bitti. Balıkçılar bitti. Tekneler de bitti. Alamanalar, çektiriler, peremeler, sandallar, kayıklar da bitti. Rumeli Hisarlı Coşkun’un kavuşamadığı sevgilisinin gözlerini düşünerek zehir yeşiline boyadığı kayığı, boğazın karanlık sularında tehlikeli yakamozlar yapmıyor artık.
Güzelim İstanbul’un neredeyse 18 milyona vurmuş nüfusu içinde, topu topu 200-300 yüz kadar balıkçı kalmış. Balık kalmamış ki balıkçı kalsın. İstanbul’un bir rengi daha gözlerimizin önünde soluyor.
Balıkpazarı’na aynı benim gibi yalnız ve yorgun bir akşam iniyor. Yüzlerce mumluk ampuller bile solgun. Güz mevsiminde, Teşrini Sani’deyiz artık. Kulaklarımda yoksul bir Samatya şarkısı: “Sebep Sensin, Gönülde İhtilale”…
Neyi kaldı ki bu yedi tepeli kentin, balık ve balıkçıları kalsın. Kırlangıç balığının menevişleri, İstinyeli “Cihanyandı” Despina’nın zümrüt yeşili gözlerindeki menevişler gibi silindi gitti. Krom sarısı Sarıkanatlar, Bizans pembesi barbunyalar, kilise mavisi istavritler, fingirdek lüferler, turkuaz çinekoplar, kraliyet beyazı uskumrular bana bir gençlik sevdası kadar uzaklar artık.
Bir bir geçen sonbaharları bir mıh gibi yüreklerinde tutan Boğaziçi’nin yok olmaya başlamış balıkçıları, kül rengi bir gizli hüzün içindeler şimdi .
Öyle işte…