End
Üye
- Katılım
- 21 Ocak 2021
- Mesajlar
- 972
- Tepkime puanı
- 51
- Puanları
- 18
- Cinsiyet
- Medeni Hali
- Memleket
- 19 ÇORUM
- Takım
- Fenerbahçe
- Burç
- Kova
- Mesleği
- Muhasebe
İtibar:
Şunun şurasında 2 haftadan az kaldı. Umarım kazasız belasız şu son günleri atlatır, Türkiye’yi kabustan uyandıracak şekilde seçimler sonuçlanır.
Hafta sonunda Sosyal Demokrasi Vakfı’nın (SODEV) düzenlediği çok önemli bir panele katılma fırsatı buldum. Sevgili arkadaşım Melda Okur’un moderatörlüğünde, çok saygın iki konuşmacının sunumlarını izleme onuruna ulaştım.
Birinci konuşmacı çalışmalarını her zaman takdir ve merakla bekleyerek izlediğim Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, ikincisi ise uzun yıllar Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde büyük bir başarışla yargıç olarak temsil etmiş olan Dr. Rıza Türmen’di.
Bütün paneli bu satırlarda özetleme şansım maalesef yok. Benim için birkaç önemli olgunun altını çizmekle yetineceğim.
Konuşmacıların altını birlikte çizdikleri önemli olguların başında kurumsal erozyon geliyordu. Bütün devlet kurumlarının tek kişinin talimatları ile yönetildiği bir sistemde bırakın kurumsal özerkliği. Kurumların kendisi de yok hükmüne geliyordu. Doğal olarak kurumların ne rakamlarına ne de kendilerine güven kalmıyordu.
Bugüne kadar pek çok kez kaleme aldığım yönetime karşı güven erozyonunun ekonomide yol açtığı tahribat, bu değerlendirmelerle yeni bir boyut kazanmış oldu.
Olası bir iktidar değişikliği durumunda yapılacak işlerin başına kurumların yeniden yapılandırılmasının ve kurumlara olan güvenin kesinlikle tesisinin geldiği salonda konuşan ve dinleyen herkesin ortak düşüncesi oldu.
Hangi kurumlar mı?
Aklınıza gelen ve gelebilecek olan hepsi diyelim ama hukuka ve Merkez Bankası’na ayrı bir parantez açalım. Bu parantezi açtıktan sonra Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu’nun 300 milyar dolar getirme sözünün mütevazi kalacağı düşüncesi de genel kabul gördü. Zira özellikle Rusya-Ukrayna savaşının ardından Türkiye’ye gelmek için kapıda bekleyen ancak Erdoğan rejimine güvenmediği için gelmeyen milyarlarca dolar var. Gerek doğrudan yatırım gerekse sıcak para olarak bekleyen sermaye için Türkiye çok cazip ülke görünümünü sunuyor.
Ancak her iki konuşmacının da yine ortak düşünceleri yapılan tahribatın düzeltilmesinin hiç de kolay olmayacağı doğrultusundaydı. Ben nedense daha iyimserim. Cehaletin yerine liyakatın geçtiğinin anlaşıldığı andan itibaren hızlı bir restorasyona gireceğimiz düşüncesindeyim. Koskoca bilim insanları karamsar düşünce ifade ederken sen kim oluyorsun diyebilirsiniz. İyimserliğimi naif kişiliğime verin.
Seçime giderken olabilecek yol kazalarına gelince.
Büyük sorunların başında YSK’ya olan güvensizlik geliyor. Hele seçim sürecinde teamül gereği koltuğundan istifa etmesi gereken İçişleri Bakanı Soylu’nun 14 Mayıs seçiminin kendilerine karşı düzenlenmiş bir Batılı darbe olduğunu öne sürmesi hepimizin midesinin bulanmasına yol açtı. Bu laf üzerine çeşitli komplo teorileri üretmek mümkün. Tabi bu laf aynı zamanda seçimi erkene çekerek 14 Mayıs’ı ilan eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı bir çıkış mıdır? O noktada da kafalar karışık. Seçime kadar olan önümüzdeki günlerde giderek artan agresif söylemlerle karşılaşmamız ne yazık ki kaçınılmaz gözüküyor.
Umudumuz agresif görüntünün söylemlerle sınırlı kalması ve kimseyi farklı eylemlere itebilecek provokasyon noktasına gelmemesi.
Seçim tahminlerine gelince.
Ben kendi adıma pek bir tahmin yürütemiyorum, zira hiçbir kamuoyu araştırma şirketine maalesef güvenemiyorum. Ancak Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması halinde ekonomik gidişatın daha da bozulacağını görmek için deha olmaya gerek olmadığını da biliyorum. Umarım tarih Sayın Muharrem İnce’nin Türk ekonomisine maliyeti konulu bir doktora tezinin yazılmasına tanıklık etmez.
Güneşli bir 15 Mayıs sabahına uyanmak umuduyla…
Hafta sonunda Sosyal Demokrasi Vakfı’nın (SODEV) düzenlediği çok önemli bir panele katılma fırsatı buldum. Sevgili arkadaşım Melda Okur’un moderatörlüğünde, çok saygın iki konuşmacının sunumlarını izleme onuruna ulaştım.
Birinci konuşmacı çalışmalarını her zaman takdir ve merakla bekleyerek izlediğim Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, ikincisi ise uzun yıllar Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde büyük bir başarışla yargıç olarak temsil etmiş olan Dr. Rıza Türmen’di.
Bütün paneli bu satırlarda özetleme şansım maalesef yok. Benim için birkaç önemli olgunun altını çizmekle yetineceğim.
Konuşmacıların altını birlikte çizdikleri önemli olguların başında kurumsal erozyon geliyordu. Bütün devlet kurumlarının tek kişinin talimatları ile yönetildiği bir sistemde bırakın kurumsal özerkliği. Kurumların kendisi de yok hükmüne geliyordu. Doğal olarak kurumların ne rakamlarına ne de kendilerine güven kalmıyordu.
Bugüne kadar pek çok kez kaleme aldığım yönetime karşı güven erozyonunun ekonomide yol açtığı tahribat, bu değerlendirmelerle yeni bir boyut kazanmış oldu.
Olası bir iktidar değişikliği durumunda yapılacak işlerin başına kurumların yeniden yapılandırılmasının ve kurumlara olan güvenin kesinlikle tesisinin geldiği salonda konuşan ve dinleyen herkesin ortak düşüncesi oldu.
Hangi kurumlar mı?
Aklınıza gelen ve gelebilecek olan hepsi diyelim ama hukuka ve Merkez Bankası’na ayrı bir parantez açalım. Bu parantezi açtıktan sonra Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu’nun 300 milyar dolar getirme sözünün mütevazi kalacağı düşüncesi de genel kabul gördü. Zira özellikle Rusya-Ukrayna savaşının ardından Türkiye’ye gelmek için kapıda bekleyen ancak Erdoğan rejimine güvenmediği için gelmeyen milyarlarca dolar var. Gerek doğrudan yatırım gerekse sıcak para olarak bekleyen sermaye için Türkiye çok cazip ülke görünümünü sunuyor.
Ancak her iki konuşmacının da yine ortak düşünceleri yapılan tahribatın düzeltilmesinin hiç de kolay olmayacağı doğrultusundaydı. Ben nedense daha iyimserim. Cehaletin yerine liyakatın geçtiğinin anlaşıldığı andan itibaren hızlı bir restorasyona gireceğimiz düşüncesindeyim. Koskoca bilim insanları karamsar düşünce ifade ederken sen kim oluyorsun diyebilirsiniz. İyimserliğimi naif kişiliğime verin.
Seçime giderken olabilecek yol kazalarına gelince.
Büyük sorunların başında YSK’ya olan güvensizlik geliyor. Hele seçim sürecinde teamül gereği koltuğundan istifa etmesi gereken İçişleri Bakanı Soylu’nun 14 Mayıs seçiminin kendilerine karşı düzenlenmiş bir Batılı darbe olduğunu öne sürmesi hepimizin midesinin bulanmasına yol açtı. Bu laf üzerine çeşitli komplo teorileri üretmek mümkün. Tabi bu laf aynı zamanda seçimi erkene çekerek 14 Mayıs’ı ilan eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı bir çıkış mıdır? O noktada da kafalar karışık. Seçime kadar olan önümüzdeki günlerde giderek artan agresif söylemlerle karşılaşmamız ne yazık ki kaçınılmaz gözüküyor.
Umudumuz agresif görüntünün söylemlerle sınırlı kalması ve kimseyi farklı eylemlere itebilecek provokasyon noktasına gelmemesi.
Seçim tahminlerine gelince.
Ben kendi adıma pek bir tahmin yürütemiyorum, zira hiçbir kamuoyu araştırma şirketine maalesef güvenemiyorum. Ancak Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması halinde ekonomik gidişatın daha da bozulacağını görmek için deha olmaya gerek olmadığını da biliyorum. Umarım tarih Sayın Muharrem İnce’nin Türk ekonomisine maliyeti konulu bir doktora tezinin yazılmasına tanıklık etmez.
Güneşli bir 15 Mayıs sabahına uyanmak umuduyla…