End
Üye
- Katılım
- 21 Ocak 2021
- Mesajlar
- 972
- Tepkime puanı
- 51
- Puanları
- 18
- Cinsiyet
- Medeni Hali
- Memleket
- 19 ÇORUM
- Takım
- Fenerbahçe
- Burç
- Kova
- Mesleği
- Muhasebe
İtibar:
Nerede kalmıştık, sevgili dostlar.
Dolu dolu bir, İstanbul Kültür ve Sanat, gününün dünyasında beni son derece mutlu eden ve besleyen değerlere.
Değerler…Rahmet olsun, değerli öğretmen, Gürşen Kafkas Hocam. Beni her zaman onurlandırmış, teşvik etmiş bir büyüğümdü. Mardin denince Mungan soyadları, Kafkas’lar, Gürşen Hocam ile aynı sınıfta okumuş olan ve hem benim lise yıllarımda, Beden Eğitimi, dersini aldığım Semaittin Arıkan ve elbette, Adnan Binyazar, hem de ne büyük yazardır, ustadır. Üçünün de ortak özelliği benim büyüklerim ve dostlarım olmalarının dışında Cumhuriyet kazanımlarının mihenk taşı Eğitimin, aynı Köy Enstitüsünden, mezun olmuş olmalarıdır. Üç büyüğüm ile adeta çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemlerimde, rastlaştık. Herkesten bir şey öğrenir insan, şayet öğrenmeye açık ise.
Murathan Mungan ve başta Enis Batur olmak üzere bir İstanbul Kültür etkinliğinin doyumunu sağlayacak enfes bir günün ikinci ayağındayım.
Bir insanı tanımak için önce anlayabilmek gerekir. Anlayabilmek, oldu da bitti maşallah, nidaları arasına sıkışamaz. Emek ister, sevgi ister, sabır ister, vefa ister. Yani öyle, oldum, demekle olmuyor! İlk önce de; “Hamdım, Piştim, Oldum”, demek gerekiyor. Tabii oldum kısmı açık kalarak çünkü inanın, hiç kimse bir tek ömürlük hayatında, tam anlamı ile olamaz. İnsan, çünkü sürekli gelişmeye evrilidir. Zembereği, buna meyillidir.
Nereden geldi aklıma şimdi birden, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, ya birazdan içime doğanı, Murathan Mungan, konuşması sonrası panelde konuşmacı olan Murat Cankara, “Melih Cevdet Anday” diye söylemesi. Esasında bahsi geçen usta, Bilge Karasu, hayatına aldığı, buyur ettiği insanlarda bıraktığı insanlığına dair yansımalarının; tıpkı renkli ampullerin, eski yazık sinemalardaki gibi gözlerimizi hayrete düşürecek kadar ve hiç sönmeyeceğine inandığımız parıltıları gibi ışıldamakta. Bunları birbirine sentezleyip damıtan, yaratan, var eden hepsinden öte “zamansız” olan bir şahsiyetin “Edebiyat” ile varlığı.
Panel öncesi, bir alt kattaki sergiden radyodan yayılan sesi, eski İstanbul beyefendilerin o olgun, kendinden eminliklerinin; taze başaklar gibi dolu tazeliğinden fışkırmasından yansımakta. Ne müstesna kişilerdir, onlar. Tanıyan ve bilen bilir, fazla söze gerek yok. Zaten fazla da konuşmazlar.
Sabahın erken saatlerinde başlayan ve iki gün sürecek etkinliğin başlangıç konuşmasını, kendisini tanıyan ve bir nevi çırağı olan Murathan Mungan yapıyor. Yetmişli yıllardan perdeyi açarak, Bodrum’dan başlıyor. Bizi bilmediğimiz ama bizlere, konuşmasına başlarken ki duygu dolu ve ilk başlarda o muzip yanını bir kenara attıran duygusallıkla, kısa bir yutkunluk sonrası tam gaz devam ediyor. Ama anlatışı ve neredeyse bir saate yakın anlatımında; adeta elliler, altmışlar dünyasında sanki bir radyoda okunmakta olan duygu dolu bir metni nefessiz içer gibiyiz.
Biz, gerçekten böyle nitelikli arada insan olduğumuzu ve bizi biz yapan unsurların bizleri sarması hasretindeyiz. Her şey bu kadar yozlaşmasa bile yine arayacağımız, bir sohbet ortamı yaratıyor, Murathan Mungan. Bize yaşadıklarını aktarırken, hiç gizli saklı bir köşe bırakmıyor. Köşe, bucak anlatım bu. İyi bir Edebiyat duyarlılığı. Bizi, birazdan söz alacak Usta Enis Batur’un olgunluğu ile demleyecek olan anılar bütünlüğü…
Diyor ki Murathan Mungan: “O altmış beş yaşında vefat etti, ben ise kırktım. Çok muziptim, o hep ağır. Bir gün bir pirinç tanesini aldı eline, evirip çeviriyor. Dayanamadım dedim: Ne söylüyor? Şaşkın bakınca, yineledim. Ne söylüyor, ayol atsana içine ne bakıyorsun? Bu aramızda bir espri oldu ve arada kendisi, “Ama pilav iyiydi!” derdi. Kedisi olmadan olmazdı ama hayatımda tanıdığım en huysuz kediydi. Çok tasarrufluydu, ben kibar söylüyorum. Elbette kendisinden çok şey öğrendim mesela Murat Belge’nin de hayatımda önemli yeri vardır. Ben çalışmalarımda hep bir genişlik bırakırım, başkasının da ne düşündüğünü öğrenmek isterim. Kendisi alıp, bakmış yazılarımda tamamlayıcı olmuştur. Bilge Karasu’nun, o dostun yokluğunu günden güne çok daha fazla hissediyorum. Sadece onu değil onunla gelişen, büyüyen her şeyi. Tüm müşterek dostları… Füsun Akatlı, Nazlı Eray hatta “Mümtaz duygularımla…”, bahsini geçirecek, anekdotlar.
Tabii Murathan Mungan’ın tadına doyulmayan anlatım tarzı,” Bilge’yi Özlemek” başlıklı ve içerik itibari ile zenginliği, bahsi geçen Mümtaz, Bilge ve Edebiyat aşığı bir ustanın deminden yansıyor. Yansırken de aslında Edebiyat dünyasının o yıllara has üslûp dili, edebiyatçıların eleştiri dozlarında bile var olan bilgeliğin derinliğini sunuşunda ki erdem hep öğretici.
Bu öğretici yanını ise belki daha da öncesini panelde ki ilk oturumun son konuşmacısı olan Enis Batur’dan dinliyoruz.. Ve elbette, iki yazarında buluşma noktası olan Başkent, Ankara günlerinin anıları daha da derinliğinde, bölgenin bir zamanlar İstanbul’dan bile “Ankara’da ki sanat” denilen anlayışı, yeniden hatırlatıyor. Kendi içinde iç disiplini olan ve yıllar geçtikçe Ankara’dan İstanbul’a gelip, değişip dönüşen nice sanatçıları da anımsatıyor.
Usta Enis Batur’un gözünden, Bilge Karasu’ya gelene kadar sırası ile: Jale Parla moderatörlüğünde, “Bilge Karasu ve Türk Edebiyatı Meselesi” başlığı ile Murat Cankara; “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nın Tarihsellikleri: Bellek, Zaman Kullanımı ve Söylem Dizilişi” başlığı ile Erol Köroğlu; “Yaşamla Ölüm Arasındaki Mesafe: Altı Ay Bir Güz” başlığı ile Tevfika İkiz ve de “Usta-Çırak” İlişkisi başlığı ile Enis Batur.
Eskiler iyi bilir, eti senin kemiği benim, diyerek ustanın yanına kendine bir altın bilezik yani bir “meslek” sahibi olabilsin diye çırak verilirdi.
Usta-Çırak ilişkisi aslında Enis Batur’un da konuşmasında ifade etmiş olduğu gibi hem ustadan feyiz alıp hâllenmek yani öğrenmek ama diğer yandan kuşaklar arası fark nedeni ile de ustanın, çırağından öğrenecekleri.. Aslında her olguda olduğu gibi tam bir “tamamlanma” öyküsü. Tıpkı Murathan Mungan’da olduğu gibi Enis Batur’da, kendisini daha eski tanıyan biri olarak söze hala bu ülkede bir Bilge Karasu, Biyografisi yok diyerek başlıyor ama sözü tatlıya da ustaca bağlıyor.
Ocak 2024 yılında çıkacak olan, “Bilge Karasu- Enis Batur Mektuplarının”, sürprizini veriyor.
Usta, çıraklıktan ustalığa geçişinde ki anılarını paylaşıyor:
“Uzun zamandır mektuplar denen gerçeklik yok istisnalar dışında. Artık e-postaya indirgenen mektuplaşma özelliği bana gelenlerin içine baktığımda zaten mektup özelliğini taşımıyor. Mektup yazmak, yazmanın özelliğinin ne olduğunu, yeni çıkacak olan kitapta bulacaksınız. Usta ile tanışmam, hayranı olduğum başka insanlarla tanışmam gibi oldu. Yoksa ben kimsenin yanına gitmem, bir şey istemem. Bir gün yine Ankara’da arkadaşım ile giderken arkadaşım dedi ki: Bak, senin adamın. Baktım, evet kafede oturuyor, Bilge Karasu. Gittik, yanına tabii genciz, dedik ikimiz birden “Siz, Bilge Karasu’mu sunuz, tabii şaşırmıştır. Sonra gelin, dedi sohbeti ilerlettik. Neler yapıyorsunuz, derken kendimi çırak olarak buldum ama ben zaten istiyordum. Tabii ilk başlarda bayağı zorlandım. Yeni yazılar üretip getiriyorum, usta hemen “Şurada bu var, bir yazıda on yedi yerde “gibi” kullanılmaz” diyor. Ben ise önce kızıyor sonra okudukça anlıyordum. Böylece ilerledik, başta ona yapılan eleştiri ya da farklı durumlara gülerek bakarken sonra sonra kendimde yaşamaya başladıkça anladım. Dostluk elbette oluyor ama bunun iki taraf içinde beklentileri var. Ben çıkar olarak başladım çünkü “çırak” olmak istiyordum. Ve bir gün kendisine, “Ben, sen değilim!”,dedim. Bana döndü baktı ve “Bunu diyeceğini biliyordum ama ne zaman diyeceğini bilmiyordum.” Herkes farklı birinin koridorunu kaparsanız olmaz. O bir yazıyı, birkaç günde ya da biraz zaman bırakarak yazarken; ben bir oturdum mu sürekli yazabilen biriydim. Ben, tabii ki kendi istediğim yolu seçtim.”
“Demir tavında dövülür”, sözümüz vardır. Bu ustalar, zamanında olması gerektiği yerde, Enis Batur için yine kendisinin yarattığı bir yol. Çünkü kendi gerçekliğini bulmuş. Bunun içinde tıpkı benim baktığım gibi konuşmasının yine başında belirttiği gibi -yazarlık atölyelerini- duyduğunu ama ilgilenmediğini söylüyor. Bu konuda da kibarlık yaptığını düşünüyor ve tamamlıyorum, kendimce.
Bu sonradan olacak bir şey değildir. Yazabilecek yeteneğiniz ya vardır, ya yoktur. “Dökme su ile değirmen dönmez!”
Yaratıcılık, bir var oluş meselesidir. Yazı yazabilmek için hayal gücü, bir vizyon, dünya görüşü kadar önce bilgi ve donanım gerekir. Bunlar iskeleti yani yeteneği tamamlayan unsurlardır.
Yazmak, bir tür doğurmaktır. Ben de bu güzel günü, kendi başıma gelen bir anekdot ile bitireyim. Ustalar arasında, haddim aşmadan.
İlk Roman denemem sonrası sağ olsunlar, yıllar önce 30 Ağustos Zafer Bayramına yakın İzmir’de bir TV programına, emekli bir Edebiyat Öğretmeni Hanımefendi ile davet edildim. Programda beni tanımak için programı sunan ve ilk kez karşılaştığımız hanımefendi, gayet nazikçe dedi ki:
“Nasıl yazıyor sunuz?”
Bir an içimden gülümsemek geldi, bana göre tuhaf olan bir soru karşısında. Çünkü benim gibi biri için bu, nasıl nefes alıyorsunuz ya da nasıl görebiliyorsunuz sorusundan, hiçbir farkı yok.
Hemen dedim ki:
“Bu bir üretim. Benzetmek gerekirse belki daha kolay anlaşılabilir. Ben bir anne değilim, yani çocuk doğurmadım ama bu hislere, o şefkate haizim ve bu bir doğum. Yani yazamazsam, hamile olarak anne de, çocukta ölecek. Onun için doğurmalıyım.”
Onun için nefes almalıyım. Onun için baktığımı değil görebildiğimi, anlayabilmeliyim. Anlamadığımı, sorgulamalıyım, ve daha iyiye gidebilmek için hep öğrenmeliyim.
Bizi, biz yapan gerek okuyarak, gerek var olarak, tüm hayatıma girmiş; başta rahmetli babam olmak üzere bana, “Hep yaz, hiç bırakma!” diyen ve ustam, Hayati Asılyazıcı, Aydın Boysan’a, yıllardır yazılarımla mutlu olan, bazen kendilerini, bazen başka hayatları hisseden, dostlarıma da selamlarımla.
Gerçekten de hatırı sayılır kadın dostlarım, büyüklerim var. Onlar her yazımda, bana moral ve motive kaynağı oluyorlar. Sağ olsunlar, Varolsunlar.
Ben, çırak kalmaya devam edeceğim.
Çünkü en iyi bu mertebeden öğreniliyor. Amatör ruhun heyecanı, hiçbir şey de yok. Tıpkı aşk ile yapmadığınız her iş, her olgu gibi.
EMEL SEÇEN
Dolu dolu bir, İstanbul Kültür ve Sanat, gününün dünyasında beni son derece mutlu eden ve besleyen değerlere.
Değerler…Rahmet olsun, değerli öğretmen, Gürşen Kafkas Hocam. Beni her zaman onurlandırmış, teşvik etmiş bir büyüğümdü. Mardin denince Mungan soyadları, Kafkas’lar, Gürşen Hocam ile aynı sınıfta okumuş olan ve hem benim lise yıllarımda, Beden Eğitimi, dersini aldığım Semaittin Arıkan ve elbette, Adnan Binyazar, hem de ne büyük yazardır, ustadır. Üçünün de ortak özelliği benim büyüklerim ve dostlarım olmalarının dışında Cumhuriyet kazanımlarının mihenk taşı Eğitimin, aynı Köy Enstitüsünden, mezun olmuş olmalarıdır. Üç büyüğüm ile adeta çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemlerimde, rastlaştık. Herkesten bir şey öğrenir insan, şayet öğrenmeye açık ise.
Murathan Mungan ve başta Enis Batur olmak üzere bir İstanbul Kültür etkinliğinin doyumunu sağlayacak enfes bir günün ikinci ayağındayım.
USTA BİLGE KARASU GÜNLERİ 17-18/24 KASIM (AYNALI GEÇİT/METİS-SANAT KRİTİK)
Bir insanı tanımak için önce anlayabilmek gerekir. Anlayabilmek, oldu da bitti maşallah, nidaları arasına sıkışamaz. Emek ister, sevgi ister, sabır ister, vefa ister. Yani öyle, oldum, demekle olmuyor! İlk önce de; “Hamdım, Piştim, Oldum”, demek gerekiyor. Tabii oldum kısmı açık kalarak çünkü inanın, hiç kimse bir tek ömürlük hayatında, tam anlamı ile olamaz. İnsan, çünkü sürekli gelişmeye evrilidir. Zembereği, buna meyillidir.
Nereden geldi aklıma şimdi birden, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, ya birazdan içime doğanı, Murathan Mungan, konuşması sonrası panelde konuşmacı olan Murat Cankara, “Melih Cevdet Anday” diye söylemesi. Esasında bahsi geçen usta, Bilge Karasu, hayatına aldığı, buyur ettiği insanlarda bıraktığı insanlığına dair yansımalarının; tıpkı renkli ampullerin, eski yazık sinemalardaki gibi gözlerimizi hayrete düşürecek kadar ve hiç sönmeyeceğine inandığımız parıltıları gibi ışıldamakta. Bunları birbirine sentezleyip damıtan, yaratan, var eden hepsinden öte “zamansız” olan bir şahsiyetin “Edebiyat” ile varlığı.
Panel öncesi, bir alt kattaki sergiden radyodan yayılan sesi, eski İstanbul beyefendilerin o olgun, kendinden eminliklerinin; taze başaklar gibi dolu tazeliğinden fışkırmasından yansımakta. Ne müstesna kişilerdir, onlar. Tanıyan ve bilen bilir, fazla söze gerek yok. Zaten fazla da konuşmazlar.
BİLGE KARASU- ENİS BATUR- MURATHAN MUNGAN
Sabahın erken saatlerinde başlayan ve iki gün sürecek etkinliğin başlangıç konuşmasını, kendisini tanıyan ve bir nevi çırağı olan Murathan Mungan yapıyor. Yetmişli yıllardan perdeyi açarak, Bodrum’dan başlıyor. Bizi bilmediğimiz ama bizlere, konuşmasına başlarken ki duygu dolu ve ilk başlarda o muzip yanını bir kenara attıran duygusallıkla, kısa bir yutkunluk sonrası tam gaz devam ediyor. Ama anlatışı ve neredeyse bir saate yakın anlatımında; adeta elliler, altmışlar dünyasında sanki bir radyoda okunmakta olan duygu dolu bir metni nefessiz içer gibiyiz.
Keşke bitmese!
Biz, gerçekten böyle nitelikli arada insan olduğumuzu ve bizi biz yapan unsurların bizleri sarması hasretindeyiz. Her şey bu kadar yozlaşmasa bile yine arayacağımız, bir sohbet ortamı yaratıyor, Murathan Mungan. Bize yaşadıklarını aktarırken, hiç gizli saklı bir köşe bırakmıyor. Köşe, bucak anlatım bu. İyi bir Edebiyat duyarlılığı. Bizi, birazdan söz alacak Usta Enis Batur’un olgunluğu ile demleyecek olan anılar bütünlüğü…
Diyor ki Murathan Mungan: “O altmış beş yaşında vefat etti, ben ise kırktım. Çok muziptim, o hep ağır. Bir gün bir pirinç tanesini aldı eline, evirip çeviriyor. Dayanamadım dedim: Ne söylüyor? Şaşkın bakınca, yineledim. Ne söylüyor, ayol atsana içine ne bakıyorsun? Bu aramızda bir espri oldu ve arada kendisi, “Ama pilav iyiydi!” derdi. Kedisi olmadan olmazdı ama hayatımda tanıdığım en huysuz kediydi. Çok tasarrufluydu, ben kibar söylüyorum. Elbette kendisinden çok şey öğrendim mesela Murat Belge’nin de hayatımda önemli yeri vardır. Ben çalışmalarımda hep bir genişlik bırakırım, başkasının da ne düşündüğünü öğrenmek isterim. Kendisi alıp, bakmış yazılarımda tamamlayıcı olmuştur. Bilge Karasu’nun, o dostun yokluğunu günden güne çok daha fazla hissediyorum. Sadece onu değil onunla gelişen, büyüyen her şeyi. Tüm müşterek dostları… Füsun Akatlı, Nazlı Eray hatta “Mümtaz duygularımla…”, bahsini geçirecek, anekdotlar.
Tabii Murathan Mungan’ın tadına doyulmayan anlatım tarzı,” Bilge’yi Özlemek” başlıklı ve içerik itibari ile zenginliği, bahsi geçen Mümtaz, Bilge ve Edebiyat aşığı bir ustanın deminden yansıyor. Yansırken de aslında Edebiyat dünyasının o yıllara has üslûp dili, edebiyatçıların eleştiri dozlarında bile var olan bilgeliğin derinliğini sunuşunda ki erdem hep öğretici.
Bu öğretici yanını ise belki daha da öncesini panelde ki ilk oturumun son konuşmacısı olan Enis Batur’dan dinliyoruz.. Ve elbette, iki yazarında buluşma noktası olan Başkent, Ankara günlerinin anıları daha da derinliğinde, bölgenin bir zamanlar İstanbul’dan bile “Ankara’da ki sanat” denilen anlayışı, yeniden hatırlatıyor. Kendi içinde iç disiplini olan ve yıllar geçtikçe Ankara’dan İstanbul’a gelip, değişip dönüşen nice sanatçıları da anımsatıyor.
Usta Enis Batur’un gözünden, Bilge Karasu’ya gelene kadar sırası ile: Jale Parla moderatörlüğünde, “Bilge Karasu ve Türk Edebiyatı Meselesi” başlığı ile Murat Cankara; “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nın Tarihsellikleri: Bellek, Zaman Kullanımı ve Söylem Dizilişi” başlığı ile Erol Köroğlu; “Yaşamla Ölüm Arasındaki Mesafe: Altı Ay Bir Güz” başlığı ile Tevfika İkiz ve de “Usta-Çırak” İlişkisi başlığı ile Enis Batur.
USTA-ÇIRAK
Eskiler iyi bilir, eti senin kemiği benim, diyerek ustanın yanına kendine bir altın bilezik yani bir “meslek” sahibi olabilsin diye çırak verilirdi.
Usta-Çırak ilişkisi aslında Enis Batur’un da konuşmasında ifade etmiş olduğu gibi hem ustadan feyiz alıp hâllenmek yani öğrenmek ama diğer yandan kuşaklar arası fark nedeni ile de ustanın, çırağından öğrenecekleri.. Aslında her olguda olduğu gibi tam bir “tamamlanma” öyküsü. Tıpkı Murathan Mungan’da olduğu gibi Enis Batur’da, kendisini daha eski tanıyan biri olarak söze hala bu ülkede bir Bilge Karasu, Biyografisi yok diyerek başlıyor ama sözü tatlıya da ustaca bağlıyor.
Ocak 2024 yılında çıkacak olan, “Bilge Karasu- Enis Batur Mektuplarının”, sürprizini veriyor.
Usta, çıraklıktan ustalığa geçişinde ki anılarını paylaşıyor:
“Uzun zamandır mektuplar denen gerçeklik yok istisnalar dışında. Artık e-postaya indirgenen mektuplaşma özelliği bana gelenlerin içine baktığımda zaten mektup özelliğini taşımıyor. Mektup yazmak, yazmanın özelliğinin ne olduğunu, yeni çıkacak olan kitapta bulacaksınız. Usta ile tanışmam, hayranı olduğum başka insanlarla tanışmam gibi oldu. Yoksa ben kimsenin yanına gitmem, bir şey istemem. Bir gün yine Ankara’da arkadaşım ile giderken arkadaşım dedi ki: Bak, senin adamın. Baktım, evet kafede oturuyor, Bilge Karasu. Gittik, yanına tabii genciz, dedik ikimiz birden “Siz, Bilge Karasu’mu sunuz, tabii şaşırmıştır. Sonra gelin, dedi sohbeti ilerlettik. Neler yapıyorsunuz, derken kendimi çırak olarak buldum ama ben zaten istiyordum. Tabii ilk başlarda bayağı zorlandım. Yeni yazılar üretip getiriyorum, usta hemen “Şurada bu var, bir yazıda on yedi yerde “gibi” kullanılmaz” diyor. Ben ise önce kızıyor sonra okudukça anlıyordum. Böylece ilerledik, başta ona yapılan eleştiri ya da farklı durumlara gülerek bakarken sonra sonra kendimde yaşamaya başladıkça anladım. Dostluk elbette oluyor ama bunun iki taraf içinde beklentileri var. Ben çıkar olarak başladım çünkü “çırak” olmak istiyordum. Ve bir gün kendisine, “Ben, sen değilim!”,dedim. Bana döndü baktı ve “Bunu diyeceğini biliyordum ama ne zaman diyeceğini bilmiyordum.” Herkes farklı birinin koridorunu kaparsanız olmaz. O bir yazıyı, birkaç günde ya da biraz zaman bırakarak yazarken; ben bir oturdum mu sürekli yazabilen biriydim. Ben, tabii ki kendi istediğim yolu seçtim.”
“Demir tavında dövülür”, sözümüz vardır. Bu ustalar, zamanında olması gerektiği yerde, Enis Batur için yine kendisinin yarattığı bir yol. Çünkü kendi gerçekliğini bulmuş. Bunun içinde tıpkı benim baktığım gibi konuşmasının yine başında belirttiği gibi -yazarlık atölyelerini- duyduğunu ama ilgilenmediğini söylüyor. Bu konuda da kibarlık yaptığını düşünüyor ve tamamlıyorum, kendimce.
Bu sonradan olacak bir şey değildir. Yazabilecek yeteneğiniz ya vardır, ya yoktur. “Dökme su ile değirmen dönmez!”
Yaratıcılık, bir var oluş meselesidir. Yazı yazabilmek için hayal gücü, bir vizyon, dünya görüşü kadar önce bilgi ve donanım gerekir. Bunlar iskeleti yani yeteneği tamamlayan unsurlardır.
Yazmak, bir tür doğurmaktır. Ben de bu güzel günü, kendi başıma gelen bir anekdot ile bitireyim. Ustalar arasında, haddim aşmadan.
İlk Roman denemem sonrası sağ olsunlar, yıllar önce 30 Ağustos Zafer Bayramına yakın İzmir’de bir TV programına, emekli bir Edebiyat Öğretmeni Hanımefendi ile davet edildim. Programda beni tanımak için programı sunan ve ilk kez karşılaştığımız hanımefendi, gayet nazikçe dedi ki:
“Nasıl yazıyor sunuz?”
Bir an içimden gülümsemek geldi, bana göre tuhaf olan bir soru karşısında. Çünkü benim gibi biri için bu, nasıl nefes alıyorsunuz ya da nasıl görebiliyorsunuz sorusundan, hiçbir farkı yok.
Hemen dedim ki:
“Bu bir üretim. Benzetmek gerekirse belki daha kolay anlaşılabilir. Ben bir anne değilim, yani çocuk doğurmadım ama bu hislere, o şefkate haizim ve bu bir doğum. Yani yazamazsam, hamile olarak anne de, çocukta ölecek. Onun için doğurmalıyım.”
Onun için nefes almalıyım. Onun için baktığımı değil görebildiğimi, anlayabilmeliyim. Anlamadığımı, sorgulamalıyım, ve daha iyiye gidebilmek için hep öğrenmeliyim.
Bizi, biz yapan gerek okuyarak, gerek var olarak, tüm hayatıma girmiş; başta rahmetli babam olmak üzere bana, “Hep yaz, hiç bırakma!” diyen ve ustam, Hayati Asılyazıcı, Aydın Boysan’a, yıllardır yazılarımla mutlu olan, bazen kendilerini, bazen başka hayatları hisseden, dostlarıma da selamlarımla.
Gerçekten de hatırı sayılır kadın dostlarım, büyüklerim var. Onlar her yazımda, bana moral ve motive kaynağı oluyorlar. Sağ olsunlar, Varolsunlar.
Ben, çırak kalmaya devam edeceğim.
Çünkü en iyi bu mertebeden öğreniliyor. Amatör ruhun heyecanı, hiçbir şey de yok. Tıpkı aşk ile yapmadığınız her iş, her olgu gibi.
EMEL SEÇEN