End
Üye
- Katılım
- 21 Ocak 2021
- Mesajlar
- 972
- Tepkime puanı
- 51
- Puanları
- 18
- Cinsiyet
- Medeni Hali
- Memleket
- 19 ÇORUM
- Takım
- Fenerbahçe
- Burç
- Kova
- Mesleği
- Muhasebe
İtibar:
Usta Yönetmen, Christian Petzold’dan, muhteşem bir seçki daha.
KIZIL GÖKYÜZÜ / RED SKY
Barbara, Yüzündeki Sır, bilhassa –Transit- filmlerinden hatırladığımız, usta yönetmen, Christian Petzold’dan, yine yaratıcı, farkındalık katacak muhteşem seçkisi, vizyonda.
2018 yılında –Transit- filmi ile büyüleyen, akıllarda şimdiye ait tüketilip, durmaksızın yok olan doğanın izlerinde, Baltık Denizine yakın bir yerde kafasını dinlemek için orman içinde arkadaşı Felix’in (Langston Uibel) evine misafir olarak yola koyulduklarında başlayan yangın ve yol boyunca farklı cinsel eğilimlere yönelimin, ucundan tattıran yönetmen; filmde yazar ve son derece bencil ve ön yargılı Leon (Thomas Schubert) karakteri üzerinden kameraları döndürdüğü bir dünya sarmalı içinde, doğa elementleri üzerinden üçlemesinin ikincisini, ateşi, seyirci ile buluşturmakta. Yani ateşin geçtiği yerde yakıp, yıkılma, yok olma ve yeniden doğum kaçınılmazdır.
Bu olguları, daha önce Transit filmindeki başarısında da gösteren yönetmen, Christian Petzold’un filmlerinin vazgeçilmezi olan ve bilhassa yaşadığı yerin toprağının kokusunu, kimlikleri, kimliklerin travmlarını kuşaklar arası geçişler ile sunmayı seven, Petzold’un, 2023 Berlin Film Festivalinde Dünya Prömiyerini yaptığı ve büyük ödüle layık görülen – Kızıl Gökyüzü- filminde, hikaye örgüsünü,yine iki ana karakter olan Felix ve Leon üzerinden ormana salar; filmin başı, ortası ve sonunda, tepelerinde dönüp duran yangın söndürme uçaklarının sesinden; 2.Dünya savaşının içine sokar.
Filmlerinde, savaşın Almanya’ya bıraktığı izleri, hatırlatmayı tercih eden yönetmen; plajda kurtarma görevlisi, David değil eski zamanlar gibi, Devid, derken ya da yazısını tamamlayabilmek için bir otel odasına geçmeyi planlayan Leon’un, ünlü bir yazarın kullandığı ve bu yüzden, odaya adını vermiş olmanın dikeyliğini, kendince zamansal boyutta, bencilce yataylaştırma eylemi yaparak sunması gibi.
Zaten plajda, ateşe karşı, suyun duruşu, gibi cankurtaran olarak Devid’in (Enno Trebs) görev yapan karakter olması, olaya önce gizli, sonra misafir olarak girişi ile gelişen ve filmin başından itibaren hiç görünmeyen ve sadece sürekli sevişen ve sevişirken yaşadığı hazzı, evin ince duvarlarından geçiren, hayat dolu, Nadya (Paula Beer)’nın olaya dâhil olması ile gelişmeye geçiren, kurgusu olağanüstü film.
Tabii Nadya karakteri üzerinden, öncelikle kadın olmasını, insanoğlunun kadın ve erkek kimlikleri ile dünyada ilk varoluşları hikâyesini, Havva ve Adem, üzerinden açarak, en başta izleyiciye sunmayı seçen yönetmen, daha önce yine “Transit” ve diğer filmlerinden birisinin ismini taşıyan, “Undine”’ya, hayat veren ve her filminden başka bir oluşum sunmakta ustalığı ile etkileyen, Paula Beer ile üçüncü çalışması. Sevdiği aktör ya da aktrist ile çalışmayı tercih eden usta yönetmen, tüm filmlerinde adeta bir kitabın sayfalarında, altını çizercesine, tesirinde kaldığımız noktalar gibi yeni filmi, Kızıl Gökyüzü’nü, açmaktaki, ustalığı ve her zaman ki gibi filmin sonuna doğru bambaşka bir hayat, tercih ve sanat gösterme şekli, yine olağan üstü.
Bencil ve hayatı kendi merkezi üzerinde döndüren Leon’un, ilk başta yabancı ve yine ön yargılı olarak Rus olarak tanımladığı, Nadya’yı görür görmez etkilenmesi, yazı yazmak uğruna hayattan kopma hali içinde, yönetmen, aynı zamanda üreten insanların, uçlarda yaşama serüvenini göstermeyi seçerken; diğer yandan da herkes gerçekten yazar, ressam ya da gerçek anlamda sanatçı mıdır, sorusunu ortaya koymakta. Her karesinde, bin bir yorum çıkarabileceğimiz bu filmde. Yazdığı kitap taslağını, editörü gelmeden, Nadya’ya okutan ve beklediği olumlu yorumu alamayınca, “Sen, ne anlarsın alt tarafı dondurmacısın”, deyişindeki aşağılamayı; editörün gelişi ile de derinleşen sohbette çoğaltarak; Edebiyat dünyası ve burs alamadığı için sezonluk çalışmak zorunda kaldığı için bu evi kullanmaya talip olan biri olduğunu sunması gibi. Aslında iki edebiyatçının, yalnızlığına olan bakışı; tutkulu gibi görünen kadın-erkek ilişkisinden, filmin bir yerinde verdiği, erkek-erkek ilişkiye döndürüp, yanan ormanlar içinden, Pompei’ye evrilen ve dünya var olduğundan beri, birilerinin üreteceğini ve üretmek için gerçekten yetenekleri kapsamında, ciddi çaba sarf ederken. Diğerlerinin ise yangına odun taşıyanlar olarak, hayatlarına devam edeceklerinin örgüsünü, net olarak vermekte.
Filmin ortalarında başlayan; kıskançlık, ortak noktalar, yakınlaşma, yaklaşma ama kendi merkezinden çıkamayan erkek karakterin, ataerkil egemenliğinin gölgesini de, film boyunca sunmakta.
Yönetmen, Christian Petzold’un filmleri; muhteşem yemekler, ya da gezdiğiniz enfes turizm beldelerinde ki haz gibidir. Ne yediğiniz o tadı, ne de gezdiğiniz, gördüğünüz o diyarların kokusunun, dokusunun doyumunu, hiç unutamazsınız. Ve unutmak ne kelime, kaliteli her film gibi ve bu tür filmlerin vazgeçilmez olduğu gerçeği, onun filmlerini de; saatler, günler, haftalar, aylar ve yıllar geçtikçe, kendisini gösteren, her karesinde - hatırlatan ve düşündüren- bir bağ ile seyircisine bağlanmasında gizlidir.
Yanacak mı orman, ama bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın misali; hayallerimiz, tutkularımız, ihtiraslarımız ve acaba kendimiz olabilmek adına doğru yerde miyiz, sorusunu izleyicinin yüzüne usul usul çarparak öğreten, geliştiren ve öğreten bir film olarak, elbette arşivlik yerini fazlası ile hak etmekte.
103 Dakika, trajediler dünyası mı, yoksa kendi bakış açımızla mı trajedilere ortak oluyoruz. Eğlenmeyi bilmek mi doğru olan, yoksa yalın bir yalnızlık çerçevesinden herkesten uzak bir izolasyon kalabalığı mı? Kum saatinin bir yukarı, bir aşağı aktığı evrende, hangisi gerçek olan sorusunu da, herhalde insanın içindeki insan olduğunun, kanıtı olan, duygu sağlamakta.
Özellikle sinemaseverler, sanat filmi sevenler, sakın kaçırmayın!
KIZIL GÖKYÜZÜ / RED SKY
Barbara, Yüzündeki Sır, bilhassa –Transit- filmlerinden hatırladığımız, usta yönetmen, Christian Petzold’dan, yine yaratıcı, farkındalık katacak muhteşem seçkisi, vizyonda.
2018 yılında –Transit- filmi ile büyüleyen, akıllarda şimdiye ait tüketilip, durmaksızın yok olan doğanın izlerinde, Baltık Denizine yakın bir yerde kafasını dinlemek için orman içinde arkadaşı Felix’in (Langston Uibel) evine misafir olarak yola koyulduklarında başlayan yangın ve yol boyunca farklı cinsel eğilimlere yönelimin, ucundan tattıran yönetmen; filmde yazar ve son derece bencil ve ön yargılı Leon (Thomas Schubert) karakteri üzerinden kameraları döndürdüğü bir dünya sarmalı içinde, doğa elementleri üzerinden üçlemesinin ikincisini, ateşi, seyirci ile buluşturmakta. Yani ateşin geçtiği yerde yakıp, yıkılma, yok olma ve yeniden doğum kaçınılmazdır.
Bu olguları, daha önce Transit filmindeki başarısında da gösteren yönetmen, Christian Petzold’un filmlerinin vazgeçilmezi olan ve bilhassa yaşadığı yerin toprağının kokusunu, kimlikleri, kimliklerin travmlarını kuşaklar arası geçişler ile sunmayı seven, Petzold’un, 2023 Berlin Film Festivalinde Dünya Prömiyerini yaptığı ve büyük ödüle layık görülen – Kızıl Gökyüzü- filminde, hikaye örgüsünü,yine iki ana karakter olan Felix ve Leon üzerinden ormana salar; filmin başı, ortası ve sonunda, tepelerinde dönüp duran yangın söndürme uçaklarının sesinden; 2.Dünya savaşının içine sokar.
Filmlerinde, savaşın Almanya’ya bıraktığı izleri, hatırlatmayı tercih eden yönetmen; plajda kurtarma görevlisi, David değil eski zamanlar gibi, Devid, derken ya da yazısını tamamlayabilmek için bir otel odasına geçmeyi planlayan Leon’un, ünlü bir yazarın kullandığı ve bu yüzden, odaya adını vermiş olmanın dikeyliğini, kendince zamansal boyutta, bencilce yataylaştırma eylemi yaparak sunması gibi.
Zaten plajda, ateşe karşı, suyun duruşu, gibi cankurtaran olarak Devid’in (Enno Trebs) görev yapan karakter olması, olaya önce gizli, sonra misafir olarak girişi ile gelişen ve filmin başından itibaren hiç görünmeyen ve sadece sürekli sevişen ve sevişirken yaşadığı hazzı, evin ince duvarlarından geçiren, hayat dolu, Nadya (Paula Beer)’nın olaya dâhil olması ile gelişmeye geçiren, kurgusu olağanüstü film.
Tabii Nadya karakteri üzerinden, öncelikle kadın olmasını, insanoğlunun kadın ve erkek kimlikleri ile dünyada ilk varoluşları hikâyesini, Havva ve Adem, üzerinden açarak, en başta izleyiciye sunmayı seçen yönetmen, daha önce yine “Transit” ve diğer filmlerinden birisinin ismini taşıyan, “Undine”’ya, hayat veren ve her filminden başka bir oluşum sunmakta ustalığı ile etkileyen, Paula Beer ile üçüncü çalışması. Sevdiği aktör ya da aktrist ile çalışmayı tercih eden usta yönetmen, tüm filmlerinde adeta bir kitabın sayfalarında, altını çizercesine, tesirinde kaldığımız noktalar gibi yeni filmi, Kızıl Gökyüzü’nü, açmaktaki, ustalığı ve her zaman ki gibi filmin sonuna doğru bambaşka bir hayat, tercih ve sanat gösterme şekli, yine olağan üstü.
Bencil ve hayatı kendi merkezi üzerinde döndüren Leon’un, ilk başta yabancı ve yine ön yargılı olarak Rus olarak tanımladığı, Nadya’yı görür görmez etkilenmesi, yazı yazmak uğruna hayattan kopma hali içinde, yönetmen, aynı zamanda üreten insanların, uçlarda yaşama serüvenini göstermeyi seçerken; diğer yandan da herkes gerçekten yazar, ressam ya da gerçek anlamda sanatçı mıdır, sorusunu ortaya koymakta. Her karesinde, bin bir yorum çıkarabileceğimiz bu filmde. Yazdığı kitap taslağını, editörü gelmeden, Nadya’ya okutan ve beklediği olumlu yorumu alamayınca, “Sen, ne anlarsın alt tarafı dondurmacısın”, deyişindeki aşağılamayı; editörün gelişi ile de derinleşen sohbette çoğaltarak; Edebiyat dünyası ve burs alamadığı için sezonluk çalışmak zorunda kaldığı için bu evi kullanmaya talip olan biri olduğunu sunması gibi. Aslında iki edebiyatçının, yalnızlığına olan bakışı; tutkulu gibi görünen kadın-erkek ilişkisinden, filmin bir yerinde verdiği, erkek-erkek ilişkiye döndürüp, yanan ormanlar içinden, Pompei’ye evrilen ve dünya var olduğundan beri, birilerinin üreteceğini ve üretmek için gerçekten yetenekleri kapsamında, ciddi çaba sarf ederken. Diğerlerinin ise yangına odun taşıyanlar olarak, hayatlarına devam edeceklerinin örgüsünü, net olarak vermekte.
Filmin ortalarında başlayan; kıskançlık, ortak noktalar, yakınlaşma, yaklaşma ama kendi merkezinden çıkamayan erkek karakterin, ataerkil egemenliğinin gölgesini de, film boyunca sunmakta.
Yönetmen, Christian Petzold’un filmleri; muhteşem yemekler, ya da gezdiğiniz enfes turizm beldelerinde ki haz gibidir. Ne yediğiniz o tadı, ne de gezdiğiniz, gördüğünüz o diyarların kokusunun, dokusunun doyumunu, hiç unutamazsınız. Ve unutmak ne kelime, kaliteli her film gibi ve bu tür filmlerin vazgeçilmez olduğu gerçeği, onun filmlerini de; saatler, günler, haftalar, aylar ve yıllar geçtikçe, kendisini gösteren, her karesinde - hatırlatan ve düşündüren- bir bağ ile seyircisine bağlanmasında gizlidir.
Yanacak mı orman, ama bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın misali; hayallerimiz, tutkularımız, ihtiraslarımız ve acaba kendimiz olabilmek adına doğru yerde miyiz, sorusunu izleyicinin yüzüne usul usul çarparak öğreten, geliştiren ve öğreten bir film olarak, elbette arşivlik yerini fazlası ile hak etmekte.
103 Dakika, trajediler dünyası mı, yoksa kendi bakış açımızla mı trajedilere ortak oluyoruz. Eğlenmeyi bilmek mi doğru olan, yoksa yalın bir yalnızlık çerçevesinden herkesten uzak bir izolasyon kalabalığı mı? Kum saatinin bir yukarı, bir aşağı aktığı evrende, hangisi gerçek olan sorusunu da, herhalde insanın içindeki insan olduğunun, kanıtı olan, duygu sağlamakta.
Özellikle sinemaseverler, sanat filmi sevenler, sakın kaçırmayın!