End
Üye
- Katılım
- 21 Ocak 2021
- Mesajlar
- 972
- Tepkime puanı
- 51
- Puanları
- 18
- Cinsiyet
- Medeni Hali
- Memleket
- 19 ÇORUM
- Takım
- Fenerbahçe
- Burç
- Kova
- Mesleği
- Muhasebe
İtibar:
Ferrari’nin hızı, uzun zamandır alanında iyi bir çıkış yapmayı bekleyen, Penelope Cruz’a, yeşil ışık yakan ve hatta gelmiş geçmiş en önemli rolü hakkıyla kazandırıyor.
Kendisi gibi İspanyol ve aynı meslekten olan usta oyuncu, Javier Bardem ile on üç yıldır, mutlu bir evliliğe imza atıp, sektörün yıpranma ve yıpratılma payına rağmen birlikteliklerini, hâlâ en güzel şekilde devam ettiren çift, birlikte yaptıkları işlerde çok ses getiremeseler de, özellikle Penelope Cruz’un beklenen çıkışı, belki de diyebiliriz ki -Captain Corelli’s Mandolin(2001)-filminden sonra ve en iyi filmi; Ferrari’nin zor günleri ve onu eşi olarak zirveye taşıyan; her şeyi, sağ kolu eşi olan Laura ile ortaya çıkarıyor.
PENELOPE CRUZ’un YENİDEN DOĞUŞU
Usta bir oyunculuk performansı.
Siyahlar içinde yas halinde bir annenin, kilisenin merdivenlerinden yürüyüşü, kocasına yapılan baskılara rağmen üstelikte aldatıldığı halde koruyan, kollayan dimdik arkasında ki duruşu ile tüm gazetecileri, magazincileri elinin tersi ile itip, evinin kapısından içeri giren ve -Ferrari filminin- belki de en önemli sahnelerinden biri olan, kaybettiği oğlu ile her şeyini verdiği halde, Enzo Condotore Ferrari’ye yetemeyen, Lauro’nın eş yoksunluğundan, evlat yoksunluğuna diyaloksuz sadece gözleri ve onu alkışlayan gözyaşları ile anlattığı, muhteşem sahne.
Penelope Cruz, Ferrari, filmi ile yeniden doğuyor. Adam Driver’in, çok nitelikli şekilde; adeta bir, Fellini, bakışı ile kadraja girmesi, kocası evde yokken aynı zamanda Ferrari firmasının kasasını, sekreterliğini ve şimdinin deyimi ile CEO’su olmuş Laura’nın, İkinci Cihan Harbi, sonrası başlayan hikayesi, 1947 kuruluş ve on yıl sonrası olarak başlıyor.
1957 yılında nasıl bir Avrupa varmış, tamamı ile beyaz perdede. İtalyanca aksan, İtalya’nın muhteşem doğası ile yeniden biçimleniyor.
Filmin en önemli özelliği, tüm karakterlerin arkasında yer alan kadın figürlerin ne derece kadın olduğu kadar, nasıl erkeğinin arkasında durabildiğini sunmakta.
Ve bunu tıpkı bir orkestra şefi gibi Ferrari’nin muhteşem insan analizi üzerinden göstermekte. Ne var ki işinden başka bir şeyi olmayan, kendine acıdığı halde bunu bir türlü aşamayan bir dev patron.
Bilhassa İtalya, koyu Katoliklerde boşanmanın olmadığı ama buna rağmen hırslarına mağlup düşen, savaşın etkisi, oğlunu kaybetmiş olmanın baskısı altında ki etkenlerden dolayı belki, psikolojik olarak sığındığı ve gayri meşru çocuk yaptığı İngiliz kadının, yansımalarında ise sığınılan liman gibi gösterilse de, finale doğru, kadının hangisinin gerçekten adamı sevmiş olduğunun altını koyuca çizmekte.
Ve büyük uluslararası yarışların gerçekleşeceği yerde buluştuğu gayri meşru ilişkisine giderken, otelin resepsiyonunda ki çiçekleri alıp, sevgilisine vermesi, karısına yakalandığında sevgilisine âşık olduğunu söylemesi, her şeye rağmen dimdik ayakta duran, karısının da sofrada dediği gibi son yarışta olanlar beşi çocuk dokuz kişinin öldüğü facianın başlangıcı işte o sarıçiçekler.
Çünkü Yaradan ile asa yarışamazsın.
Kıymet bilmeyene ders eninde sonunda verilir. Bedeli etrafındakilerle sınanmak ve en sevdiklerini kaybetmektir.
Bir avuç sarıçiçek filmin bir yerinde o kadar güzel özetledi ki. İşte orası da filmin ikinci önemli sahnelerinden biri ve onun en önemli başrol kahramanı ise filmin başında giren, Alfonso De Portago (Gabriel Leone) aslında, babasına kendisini göstermeye çalışan ya da okulda öğretmenine, sürekli elini kaldırıp, “Beni, fark et. Ben buradayım” deyişi, aidiyetin geniş yelpazesini açıyor.
Portago’nun rolü büyük. Neden, dersek bir kere çok iyi niyetli, halktan ve gençliğinin vermiş olduğu dinamizmden aldığı güç ile ölmeye hazır.
Zaten şimdiye kadar ürettiği araçlarla hak tarafından da yargılanan Ferrari’nin, kendisini çağıranların sesi ile Comondotore Enzo, yani Komutan, herkesten yarışmalarını değil ölmelerini istemektedir.
HIZ değil HIRS, işte tam da burada Ferrari’nin iflas olmaz, kadir kıymet bilmez ruhundan fışkırıp yozlaşan bir kaybedişin kapılarını aralıyor. İş adamı kimliği ile oldukça zeki hamleler yapsa da iflas noktasına geldiğini ancak eşinden öğreniyor ve tüm yaşamı boyunca, olan tüm trajedilere rağmen kendisini kurtaran, yine eşi oluyor.
Eş, olmak hele hele büyük paraların döndüğü, her gün insanların gözleri önünde olan bir ortamda bu hiç de kolay değil.
Enzo Comondotore ama ondan da güçlü, eşi Lauro var.
Keşke benim de böyle bir karım arkamda olsa dedirtecek nitelikte bir kişilikle, kocasının her an ne yapabileceğini bilen bir karakterin o hayat üzerinde ki egemenliği, duruşu, ağlayışları, yalnız bırakılışı, eşi ile olabilmek için, kim araya girerse girsin, birlikte olduklarında o tutkuyu kaybetmeyişleri ve temelinde, kilise de herkes el açarken skor tutan Ferrari’nin sonunu, Tanrı’ın hızı çizecektir.
Kim olursa olsun, insan sahip olduklarının, şükrünün şirazesinden bir milim bile olsa yalpalamaya kalktığında, doğa emanetini alacaktır. İşte yalnız bıraktığı asıl eşinin yaşadığı evlerinde ki o sofrada, Laura’nın dediği ama Enzo’nun hiç inanmadığı Tanrı, finali muhteşem yapacaktır.
Kesinlikle ders niteliğinde. Kesinlikle izlenilmesi gereken, sizi içine alan harika bir film.
Ferrari’nin hiç iyi bir yanı yok mu?
Var elbette, ruhunun hırs kaplamamış bir yerlerinde hâlâ paradan başka olguların olduğunu, tokat gibi hayatın gösterdiği, evlat acısının olduğu, buz gibi mezar taşı ile kalbi kadar soğukluk ile konuşurken.
Var tabii, gece dostu ile birlikte olduktan sonra eve dönüp, beni arayan oldu mu diye sadece işlerinin bilgisini sekreter gibi yaptığı eşinin haklı kızgınlığı ile kendisine silah tutup, duvara nişan alıp, Yeter! İhtarını ilk çektiğinde ki, o anda içeri giren annesi, eşine konuşmaya kalkınca. Ona karışmaması konusunda uyarması! Ve kendisine de karışmaması konusunda, ders vermesi. Bu sahneler önemli.
Çünkü temelde ortaya çıkan ise İtalya için elbette son derece önemli olan Opera ve bunu Giuseppe Verdi’nin-La Trivata’sı (Gerçek aşktan uzak bir kadının öleceğini bile bile yeniden yaşama tutunma çabası) ile dört perdelik bir yaşamı özetlediği sahnede; Baba-Oğul ile Anne-Oğul olarak aynı hayalde buluşturan ve aslında dışarıda olanlara rağmen birbirlerinden hiç kopmadıklarını gösteren sahne. Ferrari’nin annesinin, İkinci Dünya savaşında, “ Yanlış oğlum öldü” diyerek, kaybettiği oğlunu gösteren ve Ferrari’nin dostunun ve sonrada veliaht olacak Piero’nun babası ile bisiklete bindiği sahne.
Temele inersek, bu kadar acımasız olabilir mi, her şey sadece para mıdır? Üstelik savaşı da görmüş insanlar noktasında; iş, dönüp dolaşıp annelere geliyor.
Annesi tarafından doğru anlamda sevilmemiş ki; kendisini sevebilen kadının kıymetini, bilsin.
Ve böylelikle baştan aşağı yeniden filmi harmanladığımızda, yarışlar tamam ama kadının gücünün, kendi varlığındaki gizem ve hazine ile doğru orantılı kullanıldığında, nelerin mümkün olacağı ortaya çıkıyor. Dolayısı ile kadın var kadın var, temelinin yansıması derslik ve ibretlik olarak sunulmakta.
Ve Portago karakteri önemli demiştik çünkü şimdiye kadar hırsı uğruna aldığı canların temsili yani bir nevi yetinmeyi bilmeyen baba Ferrari’nin hem içerden, hem de dışarıdan yansıması.
Elbette, kadın var, kadın var! dedik. Bir de kıymet bilen-adamlar- var, var elbette, onu da usta yönetmen, Michael Mann, Beyaz Saçlı, olarak anlattığı gayri meşru oğlunun adaşı, Piero Taruffi (Patrick Dempsey) ile göstermekte.
Yani ben yapamadım, belki evladım doğruyu bulur ve uygular mirası altında, güzel ve her zaman onu destekleyen bir eş ile sade bir yaşam, hırssız, ve son kertede, yarışı kazanırken mikrofonu tutarken elinde gösterilen ve “birlikte” yaptık, duygusunun onurunda Taruffi’nin parlayan alyansı ve yanında sansasyonsuz eşi.
Neymiş, hırs iyi bir şey değilmiş!
İnsan, yetinmeyi bilmeli.
Teşekkürler, Ferrari…
Kendisi gibi İspanyol ve aynı meslekten olan usta oyuncu, Javier Bardem ile on üç yıldır, mutlu bir evliliğe imza atıp, sektörün yıpranma ve yıpratılma payına rağmen birlikteliklerini, hâlâ en güzel şekilde devam ettiren çift, birlikte yaptıkları işlerde çok ses getiremeseler de, özellikle Penelope Cruz’un beklenen çıkışı, belki de diyebiliriz ki -Captain Corelli’s Mandolin(2001)-filminden sonra ve en iyi filmi; Ferrari’nin zor günleri ve onu eşi olarak zirveye taşıyan; her şeyi, sağ kolu eşi olan Laura ile ortaya çıkarıyor.
PENELOPE CRUZ’un YENİDEN DOĞUŞU
Usta bir oyunculuk performansı.
Siyahlar içinde yas halinde bir annenin, kilisenin merdivenlerinden yürüyüşü, kocasına yapılan baskılara rağmen üstelikte aldatıldığı halde koruyan, kollayan dimdik arkasında ki duruşu ile tüm gazetecileri, magazincileri elinin tersi ile itip, evinin kapısından içeri giren ve -Ferrari filminin- belki de en önemli sahnelerinden biri olan, kaybettiği oğlu ile her şeyini verdiği halde, Enzo Condotore Ferrari’ye yetemeyen, Lauro’nın eş yoksunluğundan, evlat yoksunluğuna diyaloksuz sadece gözleri ve onu alkışlayan gözyaşları ile anlattığı, muhteşem sahne.
Penelope Cruz, Ferrari, filmi ile yeniden doğuyor. Adam Driver’in, çok nitelikli şekilde; adeta bir, Fellini, bakışı ile kadraja girmesi, kocası evde yokken aynı zamanda Ferrari firmasının kasasını, sekreterliğini ve şimdinin deyimi ile CEO’su olmuş Laura’nın, İkinci Cihan Harbi, sonrası başlayan hikayesi, 1947 kuruluş ve on yıl sonrası olarak başlıyor.
1957 yılında nasıl bir Avrupa varmış, tamamı ile beyaz perdede. İtalyanca aksan, İtalya’nın muhteşem doğası ile yeniden biçimleniyor.
Filmin en önemli özelliği, tüm karakterlerin arkasında yer alan kadın figürlerin ne derece kadın olduğu kadar, nasıl erkeğinin arkasında durabildiğini sunmakta.
Ve bunu tıpkı bir orkestra şefi gibi Ferrari’nin muhteşem insan analizi üzerinden göstermekte. Ne var ki işinden başka bir şeyi olmayan, kendine acıdığı halde bunu bir türlü aşamayan bir dev patron.
Bilhassa İtalya, koyu Katoliklerde boşanmanın olmadığı ama buna rağmen hırslarına mağlup düşen, savaşın etkisi, oğlunu kaybetmiş olmanın baskısı altında ki etkenlerden dolayı belki, psikolojik olarak sığındığı ve gayri meşru çocuk yaptığı İngiliz kadının, yansımalarında ise sığınılan liman gibi gösterilse de, finale doğru, kadının hangisinin gerçekten adamı sevmiş olduğunun altını koyuca çizmekte.
Ve büyük uluslararası yarışların gerçekleşeceği yerde buluştuğu gayri meşru ilişkisine giderken, otelin resepsiyonunda ki çiçekleri alıp, sevgilisine vermesi, karısına yakalandığında sevgilisine âşık olduğunu söylemesi, her şeye rağmen dimdik ayakta duran, karısının da sofrada dediği gibi son yarışta olanlar beşi çocuk dokuz kişinin öldüğü facianın başlangıcı işte o sarıçiçekler.
Çünkü Yaradan ile asa yarışamazsın.
Kıymet bilmeyene ders eninde sonunda verilir. Bedeli etrafındakilerle sınanmak ve en sevdiklerini kaybetmektir.
Bir avuç sarıçiçek filmin bir yerinde o kadar güzel özetledi ki. İşte orası da filmin ikinci önemli sahnelerinden biri ve onun en önemli başrol kahramanı ise filmin başında giren, Alfonso De Portago (Gabriel Leone) aslında, babasına kendisini göstermeye çalışan ya da okulda öğretmenine, sürekli elini kaldırıp, “Beni, fark et. Ben buradayım” deyişi, aidiyetin geniş yelpazesini açıyor.
Portago’nun rolü büyük. Neden, dersek bir kere çok iyi niyetli, halktan ve gençliğinin vermiş olduğu dinamizmden aldığı güç ile ölmeye hazır.
Zaten şimdiye kadar ürettiği araçlarla hak tarafından da yargılanan Ferrari’nin, kendisini çağıranların sesi ile Comondotore Enzo, yani Komutan, herkesten yarışmalarını değil ölmelerini istemektedir.
HIZ değil HIRS, işte tam da burada Ferrari’nin iflas olmaz, kadir kıymet bilmez ruhundan fışkırıp yozlaşan bir kaybedişin kapılarını aralıyor. İş adamı kimliği ile oldukça zeki hamleler yapsa da iflas noktasına geldiğini ancak eşinden öğreniyor ve tüm yaşamı boyunca, olan tüm trajedilere rağmen kendisini kurtaran, yine eşi oluyor.
Eş, olmak hele hele büyük paraların döndüğü, her gün insanların gözleri önünde olan bir ortamda bu hiç de kolay değil.
Enzo Comondotore ama ondan da güçlü, eşi Lauro var.
Keşke benim de böyle bir karım arkamda olsa dedirtecek nitelikte bir kişilikle, kocasının her an ne yapabileceğini bilen bir karakterin o hayat üzerinde ki egemenliği, duruşu, ağlayışları, yalnız bırakılışı, eşi ile olabilmek için, kim araya girerse girsin, birlikte olduklarında o tutkuyu kaybetmeyişleri ve temelinde, kilise de herkes el açarken skor tutan Ferrari’nin sonunu, Tanrı’ın hızı çizecektir.
Kim olursa olsun, insan sahip olduklarının, şükrünün şirazesinden bir milim bile olsa yalpalamaya kalktığında, doğa emanetini alacaktır. İşte yalnız bıraktığı asıl eşinin yaşadığı evlerinde ki o sofrada, Laura’nın dediği ama Enzo’nun hiç inanmadığı Tanrı, finali muhteşem yapacaktır.
Kesinlikle ders niteliğinde. Kesinlikle izlenilmesi gereken, sizi içine alan harika bir film.
Ferrari’nin hiç iyi bir yanı yok mu?
Var elbette, ruhunun hırs kaplamamış bir yerlerinde hâlâ paradan başka olguların olduğunu, tokat gibi hayatın gösterdiği, evlat acısının olduğu, buz gibi mezar taşı ile kalbi kadar soğukluk ile konuşurken.
Var tabii, gece dostu ile birlikte olduktan sonra eve dönüp, beni arayan oldu mu diye sadece işlerinin bilgisini sekreter gibi yaptığı eşinin haklı kızgınlığı ile kendisine silah tutup, duvara nişan alıp, Yeter! İhtarını ilk çektiğinde ki, o anda içeri giren annesi, eşine konuşmaya kalkınca. Ona karışmaması konusunda uyarması! Ve kendisine de karışmaması konusunda, ders vermesi. Bu sahneler önemli.
Çünkü temelde ortaya çıkan ise İtalya için elbette son derece önemli olan Opera ve bunu Giuseppe Verdi’nin-La Trivata’sı (Gerçek aşktan uzak bir kadının öleceğini bile bile yeniden yaşama tutunma çabası) ile dört perdelik bir yaşamı özetlediği sahnede; Baba-Oğul ile Anne-Oğul olarak aynı hayalde buluşturan ve aslında dışarıda olanlara rağmen birbirlerinden hiç kopmadıklarını gösteren sahne. Ferrari’nin annesinin, İkinci Dünya savaşında, “ Yanlış oğlum öldü” diyerek, kaybettiği oğlunu gösteren ve Ferrari’nin dostunun ve sonrada veliaht olacak Piero’nun babası ile bisiklete bindiği sahne.
Temele inersek, bu kadar acımasız olabilir mi, her şey sadece para mıdır? Üstelik savaşı da görmüş insanlar noktasında; iş, dönüp dolaşıp annelere geliyor.
Annesi tarafından doğru anlamda sevilmemiş ki; kendisini sevebilen kadının kıymetini, bilsin.
Ve böylelikle baştan aşağı yeniden filmi harmanladığımızda, yarışlar tamam ama kadının gücünün, kendi varlığındaki gizem ve hazine ile doğru orantılı kullanıldığında, nelerin mümkün olacağı ortaya çıkıyor. Dolayısı ile kadın var kadın var, temelinin yansıması derslik ve ibretlik olarak sunulmakta.
Ve Portago karakteri önemli demiştik çünkü şimdiye kadar hırsı uğruna aldığı canların temsili yani bir nevi yetinmeyi bilmeyen baba Ferrari’nin hem içerden, hem de dışarıdan yansıması.
Elbette, kadın var, kadın var! dedik. Bir de kıymet bilen-adamlar- var, var elbette, onu da usta yönetmen, Michael Mann, Beyaz Saçlı, olarak anlattığı gayri meşru oğlunun adaşı, Piero Taruffi (Patrick Dempsey) ile göstermekte.
Yani ben yapamadım, belki evladım doğruyu bulur ve uygular mirası altında, güzel ve her zaman onu destekleyen bir eş ile sade bir yaşam, hırssız, ve son kertede, yarışı kazanırken mikrofonu tutarken elinde gösterilen ve “birlikte” yaptık, duygusunun onurunda Taruffi’nin parlayan alyansı ve yanında sansasyonsuz eşi.
Neymiş, hırs iyi bir şey değilmiş!
İnsan, yetinmeyi bilmeli.
Teşekkürler, Ferrari…