End
Üye
- Katılım
- 21 Ocak 2021
- Mesajlar
- 972
- Tepkime puanı
- 51
- Puanları
- 18
- Cinsiyet
- Medeni Hali
- Memleket
- 19 ÇORUM
- Takım
- Fenerbahçe
- Burç
- Kova
- Mesleği
- Muhasebe
İtibar:
Derviş Zaim’in 2014 yılından, bu güne kadar ki eserlerinin arasına, belki de en özelini sığdırdı. Burada nitelikli dolandırıcı, şeytana bile pabucunu ters giydiren ve Şeytan’ın (Tavuri), Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) şubesi gibi çalışan, sıradan ama hiç de sıradan olmayan hayat hikâyesi, İKSV, USA, Avrupa, sonrası bu hafta sonu vizyonda.
Bu hafta basın gösteriminde, filmini birlikte izlediğimiz, Derviş Zaim ile film sonrası kısa bir röportaj gerçekleştirdik.
-Film, aslında sadece sıra dışı bir karakter hikâyesi değil. Sizin de içinde olduğunuz ve hatta ailenizin de daha iyi bir insan olma açısından yol göstericilik yaptığı bir farklı manzara çizmekte. Dron ile başlayan hikâye, dron ile bitiyor. Top ve Portakal ve yitip giden yaşamlar. Nasıl tanıştınız?
Derviş Zaim: Aynı mahallede büyüdük. Aynı arsa da top oynadık. Henüz on dörtlü yaşlar.
-Baba, rolü hayatta çok önemli ve sizin Babanız da kendi evlatları dışında ve belki de polis teşkilatından gelmiş olduğu sorumluluk etkisi ile yardımcı olmaya çalışmış. Bir yanda ise ana karakterin babası asker, 1974 çıkartma olmuş ve babalarını göremeyen çocuklar.
Derviş Zaim: Babam, polisti, elbette yardım etti. Toplum ahlak ve düzeni açısından yapılması gerekenler önceliklidir. Tavuri’nin babası, eskiden beri asker ve onun gibi bir sürü asker vardı ama hepsi çocuklarına bakabildi. Kıbrıs’da yaşamış olmanın bazı zorlukları belki vardır ama onun kendi çocuklarına karşı tutumu, kendi psikolojisi ile ilgili. Kendisinden kaynaklı bir durumdu. Sadece sosyal ve ekonomik şartlar açısından, babalık, baba olabilmek, yapıyor olmak değildir. Bu bir sorumluluktur.
-Peki, Tavuri’nin kendi kızına “Kader” adını vermiş olması, tüm çabalarına rağmen Tavuri’ye gösterilmeyişi ve hastane odasında geçirdiği son günlerde, yine kendi kızını aradığında “ Bak, niye babanı aramıyorsun hiç. Sonra başını duvarlara vuracaksın. Ben, kötü de olsam, katil de olsam senin babanım, deyişi. Ve kendi kadersizliğinde, belki de tek sığınacağı liman gibi değil mi?
-Derviş Zaim: Evet, ismini Kader, koymuş. İlk çıkışında da filmde izlediğiniz gibi ilk aradığı kişi de zaten o.
- Peki, gerek hapishane, gerek kendisi ile olsun, çekimler sırasında zorluklar yaşadınız mı? Ve bir metin var mıydı?
-Derviş Zaim: Tamamen doğaçlama, çekildi. Kıbrıs’da hiç zorluk yaşamadık ama kendisi ile bazı zorluklar yaşandı tabii. İnişler, çıkışlar olabilir. Genel olarak işbirliğine razıydı, yakın durdu. Bize kendini açması çok önemli.
-Tam da oraya gelmek istiyordum. Bu çok önemli ki orada da sanırım yine Zaimoğlu Ailesinin, ferdi rahmetli Anneniz, Ruhsar Hanımefendinin, hem henüz memur iken ilk tutuklandığında ve Tavuri daha çocukken kendisini kollaması. Sonrasında ne yiyor, ne içiyor takip etmesi.
-Derviş Zaim: Evet, tabii. Onun hayata karşı belki kazanmasını, hayatta sağlam kalmasını istemem, en iyi çözümü yine annemden alabileceğimi düşündüm ve kendisi ile bir araya getirdim. Ama Tavuri’nin suça karşı kendini suçlu görmeyen bir tarafı vardı.
-Evet, kendisini suçlu görmüyor. “ “İnanmasalardı. Ben, sizi aradım ismimi yanlış söyledim ve siz inandınız, demek ki ona inanmak istediniz, o sizin seçiminiz”, diyor ve hiçbir üzüntü duymuyor.
-Derviş Zaim: KKTC’de hapishane içinde yer alan ve psikolog ile olan sahnelerde, zaten tam da bu özetleniyor.
-Siz, Merhamet, duygusu dediniz. Suç ve Merhamet ve kendisine belki düzelmesini istediğiniz için Dostoyevski’nin, Suç ve Ceza, kitabını hediye edip, sonra üzerinde konuşacağız, diyorsunuz ama ömrü vefa etmiyor. Bu kadar suçlu olup merhameti neresinde saklıyor, insan. Muhakkak, en kötü de birazcık da olsa iyilik korunabiliyor mu? Yoksa ona iyi davrananlara mı karşı bu, sadece böyle? Mesela o hasta hali ile annenizin vedasına gelmesi.
Derviş Zaim: Filmin başında da bahsettim, merhamet, duygusunu aradım. Şeker hastalığı ve kendisine yeterince bakamayışı nedeni ile ayakları kötü durumdaydı, sonrasında devam eden çekimler sürecinde, bir ayağının iki parmağı kesilmişti ve bastonla yürüyebiliyordu. Ve annemin cenaze törenine, kimsenin yardımı olmadan geldi.
-Annenizin ona yaptığı, anneliği, unutmamış olsa gerek ama ne kadar kötü de olsa babasına da gidiyor, helalleşmeye.
-Derviş Zaim: Tabii, izlediniz. Zarar verdiği herkesten de özür diliyor, keşke bunlar olmasaydı, yapmasaydım, diyor.
Bu ders konusu, hatta sosyolojik durum esasında bize yeniden aile kavramının yüceliğini hatırlatıyor. Bir insan neden kötü olur ki? Ama aç kalıyorsa ve evde pişen bir tas çorba, o ve kardeşlerine cennet ise kendilerinden, sadece para getir, bul ama nasıl bulursan bul, denilmişse. Kimse, kolay kolay kötü olmuyor ama bazen de çıkacak yol bulamadığı ya da sistemi çözümleyip, kendinde kendi hayatına bir felsefe alt yapısı oluşturabildiği kadar yaşama devam ediyor. Ya da Belediye Başkanının bile cenaze törenine çelenk gönderdiği kötü ise belki de, önce ve sadece, kendisine kötüydü. Hastane odasında canı yanarak, tedaviyi reddediyorum, haykırışları, belki de tüm insanlığın, Tavuri ve Tavuri gibilerin yaşama haklarına ihlalin tezahürüydü.
Hiç doya doya doyamamış, hiç yaşayamamış, açmazlar içinde Tavuri, hep o kapana sıkıştığı, çocukluğunda takılı kalmış. Para buluyor ve tek yaptığı önce karnını doyurmak ve mahkeme salonunda, “Adama bak, hırsızlık yaparak ün kazandı!” diyene de küfrederek, terbiyesiz! Diyebiliyor. Cevabı da: En azından senin gibi tecavüzcü değilim! Üç yaşında çocuğun, ırzına geçmedim!
Yaşamak ve hayatta kalmak için önceliği sadece karnını doyurmak olurken, ona rağmen üzerinden nemalanmaya çalışanlara direnmiş, bir ibretlik yaşam öyküsü. Mahalle arkadaşı, henüz ergen yaşlarda top koşturduğu, arsadan kırık bir ev kalmış. Ne çatısı, var. Ne camı, ne çerçevesi.
Damsız evlerin çocuklarının yazgıları; adalet, merhamet, paylaşmak ve sevgi duygusu çemberinde iki çocukluk arkadaşın masumene yanlarından, büyüyüp de vefalaşan yanlarına…
Emeklerinize sağlık, Derviş Zaim. Yine büyük bir farkındalık katan iş çıkarmışsınız ama sizi de ne kadar yormuş olmalı. Sizin hayatınızdan da, anılar netice de. Şimdi ne arsa, ne top, ne dostlar var. Hastaneden ayrılmadan, ilk kez paylaştığı soyulmuş bir portakalın, buruk kalıveren bir tadı sadece.
Bu hafta basın gösteriminde, filmini birlikte izlediğimiz, Derviş Zaim ile film sonrası kısa bir röportaj gerçekleştirdik.
-Film, aslında sadece sıra dışı bir karakter hikâyesi değil. Sizin de içinde olduğunuz ve hatta ailenizin de daha iyi bir insan olma açısından yol göstericilik yaptığı bir farklı manzara çizmekte. Dron ile başlayan hikâye, dron ile bitiyor. Top ve Portakal ve yitip giden yaşamlar. Nasıl tanıştınız?
Derviş Zaim: Aynı mahallede büyüdük. Aynı arsa da top oynadık. Henüz on dörtlü yaşlar.
-Baba, rolü hayatta çok önemli ve sizin Babanız da kendi evlatları dışında ve belki de polis teşkilatından gelmiş olduğu sorumluluk etkisi ile yardımcı olmaya çalışmış. Bir yanda ise ana karakterin babası asker, 1974 çıkartma olmuş ve babalarını göremeyen çocuklar.
Derviş Zaim: Babam, polisti, elbette yardım etti. Toplum ahlak ve düzeni açısından yapılması gerekenler önceliklidir. Tavuri’nin babası, eskiden beri asker ve onun gibi bir sürü asker vardı ama hepsi çocuklarına bakabildi. Kıbrıs’da yaşamış olmanın bazı zorlukları belki vardır ama onun kendi çocuklarına karşı tutumu, kendi psikolojisi ile ilgili. Kendisinden kaynaklı bir durumdu. Sadece sosyal ve ekonomik şartlar açısından, babalık, baba olabilmek, yapıyor olmak değildir. Bu bir sorumluluktur.
-Peki, Tavuri’nin kendi kızına “Kader” adını vermiş olması, tüm çabalarına rağmen Tavuri’ye gösterilmeyişi ve hastane odasında geçirdiği son günlerde, yine kendi kızını aradığında “ Bak, niye babanı aramıyorsun hiç. Sonra başını duvarlara vuracaksın. Ben, kötü de olsam, katil de olsam senin babanım, deyişi. Ve kendi kadersizliğinde, belki de tek sığınacağı liman gibi değil mi?
-Derviş Zaim: Evet, ismini Kader, koymuş. İlk çıkışında da filmde izlediğiniz gibi ilk aradığı kişi de zaten o.
- Peki, gerek hapishane, gerek kendisi ile olsun, çekimler sırasında zorluklar yaşadınız mı? Ve bir metin var mıydı?
-Derviş Zaim: Tamamen doğaçlama, çekildi. Kıbrıs’da hiç zorluk yaşamadık ama kendisi ile bazı zorluklar yaşandı tabii. İnişler, çıkışlar olabilir. Genel olarak işbirliğine razıydı, yakın durdu. Bize kendini açması çok önemli.
-Tam da oraya gelmek istiyordum. Bu çok önemli ki orada da sanırım yine Zaimoğlu Ailesinin, ferdi rahmetli Anneniz, Ruhsar Hanımefendinin, hem henüz memur iken ilk tutuklandığında ve Tavuri daha çocukken kendisini kollaması. Sonrasında ne yiyor, ne içiyor takip etmesi.
-Derviş Zaim: Evet, tabii. Onun hayata karşı belki kazanmasını, hayatta sağlam kalmasını istemem, en iyi çözümü yine annemden alabileceğimi düşündüm ve kendisi ile bir araya getirdim. Ama Tavuri’nin suça karşı kendini suçlu görmeyen bir tarafı vardı.
-Evet, kendisini suçlu görmüyor. “ “İnanmasalardı. Ben, sizi aradım ismimi yanlış söyledim ve siz inandınız, demek ki ona inanmak istediniz, o sizin seçiminiz”, diyor ve hiçbir üzüntü duymuyor.
-Derviş Zaim: KKTC’de hapishane içinde yer alan ve psikolog ile olan sahnelerde, zaten tam da bu özetleniyor.
-Siz, Merhamet, duygusu dediniz. Suç ve Merhamet ve kendisine belki düzelmesini istediğiniz için Dostoyevski’nin, Suç ve Ceza, kitabını hediye edip, sonra üzerinde konuşacağız, diyorsunuz ama ömrü vefa etmiyor. Bu kadar suçlu olup merhameti neresinde saklıyor, insan. Muhakkak, en kötü de birazcık da olsa iyilik korunabiliyor mu? Yoksa ona iyi davrananlara mı karşı bu, sadece böyle? Mesela o hasta hali ile annenizin vedasına gelmesi.
Derviş Zaim: Filmin başında da bahsettim, merhamet, duygusunu aradım. Şeker hastalığı ve kendisine yeterince bakamayışı nedeni ile ayakları kötü durumdaydı, sonrasında devam eden çekimler sürecinde, bir ayağının iki parmağı kesilmişti ve bastonla yürüyebiliyordu. Ve annemin cenaze törenine, kimsenin yardımı olmadan geldi.
-Annenizin ona yaptığı, anneliği, unutmamış olsa gerek ama ne kadar kötü de olsa babasına da gidiyor, helalleşmeye.
-Derviş Zaim: Tabii, izlediniz. Zarar verdiği herkesten de özür diliyor, keşke bunlar olmasaydı, yapmasaydım, diyor.
Bu ders konusu, hatta sosyolojik durum esasında bize yeniden aile kavramının yüceliğini hatırlatıyor. Bir insan neden kötü olur ki? Ama aç kalıyorsa ve evde pişen bir tas çorba, o ve kardeşlerine cennet ise kendilerinden, sadece para getir, bul ama nasıl bulursan bul, denilmişse. Kimse, kolay kolay kötü olmuyor ama bazen de çıkacak yol bulamadığı ya da sistemi çözümleyip, kendinde kendi hayatına bir felsefe alt yapısı oluşturabildiği kadar yaşama devam ediyor. Ya da Belediye Başkanının bile cenaze törenine çelenk gönderdiği kötü ise belki de, önce ve sadece, kendisine kötüydü. Hastane odasında canı yanarak, tedaviyi reddediyorum, haykırışları, belki de tüm insanlığın, Tavuri ve Tavuri gibilerin yaşama haklarına ihlalin tezahürüydü.
Hiç doya doya doyamamış, hiç yaşayamamış, açmazlar içinde Tavuri, hep o kapana sıkıştığı, çocukluğunda takılı kalmış. Para buluyor ve tek yaptığı önce karnını doyurmak ve mahkeme salonunda, “Adama bak, hırsızlık yaparak ün kazandı!” diyene de küfrederek, terbiyesiz! Diyebiliyor. Cevabı da: En azından senin gibi tecavüzcü değilim! Üç yaşında çocuğun, ırzına geçmedim!
Yaşamak ve hayatta kalmak için önceliği sadece karnını doyurmak olurken, ona rağmen üzerinden nemalanmaya çalışanlara direnmiş, bir ibretlik yaşam öyküsü. Mahalle arkadaşı, henüz ergen yaşlarda top koşturduğu, arsadan kırık bir ev kalmış. Ne çatısı, var. Ne camı, ne çerçevesi.
Damsız evlerin çocuklarının yazgıları; adalet, merhamet, paylaşmak ve sevgi duygusu çemberinde iki çocukluk arkadaşın masumene yanlarından, büyüyüp de vefalaşan yanlarına…
Emeklerinize sağlık, Derviş Zaim. Yine büyük bir farkındalık katan iş çıkarmışsınız ama sizi de ne kadar yormuş olmalı. Sizin hayatınızdan da, anılar netice de. Şimdi ne arsa, ne top, ne dostlar var. Hastaneden ayrılmadan, ilk kez paylaştığı soyulmuş bir portakalın, buruk kalıveren bir tadı sadece.