End
Üye
- Katılım
- 21 Ocak 2021
- Mesajlar
- 972
- Tepkime puanı
- 51
- Puanları
- 18
- Cinsiyet
- Medeni Hali
- Memleket
- 19 ÇORUM
- Takım
- Fenerbahçe
- Burç
- Kova
- Mesleği
- Muhasebe
İtibar:
O, Sen misin?
Elimi tuttuğun için teşekkür ederim.
İnsan hayatında birçok an, birçok hatıra, birçok acı, birçok mutluluk olsa da; ilk hatırlanan, zor anınızda, yanınızda olan kim?
' Zor anımda yanımda olmadıysan, iyi günümde yanımda olmayı hak etmiyorsundur.' Küçük Prens’de, buna benzer bir söz vardır.
Bazı acılar, insandan insana farklı tezahür eder. Bunlardan en acısı, insanın insana bile isteye, tıpkı 'Paris Hatıraları' filminde, şahitlerin sözlerindeki gibi.
Bir silahlı saldırı ve sonrasında değişen yaşamlar.
'Saldırganı gördüm. Melek gibi bir yüzü vardı. Gülümsüyordu.'
İnsanoğlunun içi, kocaman bir dipsiz kuyu. Çöz, çözebilirsen!
Birilerinin gözünü bile kırpmadan, üstüne gülümseyerek yaptığı eylemler; masum binlerce insanın kaderini değiştirebiliyor. Dünyanın neresinde olursanız olun, eğer insan olamamışsak, bir başka canı yakmak için potansiyel adayız.
Yönetmen, Alice Winecour’un, ilk kez Cannes Film Festivali, Yönetmenlerin On Beş Günü Bölümü’nde gösterilen son filmi, aslında kendi erkek kardeşinin de mağdur olarak 2015 yılında gerçekleşen Bataclan saldırılarından ilham alıyor. Ve aldığı bu ilhamın, trajik açılımını ise şu sözlerle ifade ediyor:
“ Asıl ilgilendiğim, saldırının kendisi değil. Mağdurlarda bıraktığı izler. Bir şehre yeni gözlerle bakma fikri. Paris, bu filmin karakterlerinden biri çünkü bu kent de en derinden yaralandı.”
Ve böylelikle bizi birçok şekilde hayatlarımızdan ne şekilde koparıldığımıza davet ediyor.
Yer,Fransa ve meşhur Paris. Paris’de, bir radyoda Rus tercüman görevi başında,akşamda işinden çıkıp, eşi ile yemek yiyecek. Yemek, kocasına acil gelen telefondan iş çağrısı ile bölünürken, masada unutulan kalem yaşamın ve terk edilişin, ilk ipucu. Zaten yönetmen güne, henüz uyanır uyanmaz, mutfakta kırılan, bardak ile başlıyor. Akışta her şey, hiç kimsenin istemeyeceği şekilde sonuçlanırken; bir anda hayatların ne derece değişebileceği ve birbirimize adeta emanet yaşamlarımızda; bir el tutmanın ne kadar önemli olduğunun çağrısını da yapmakta. Radyodaki sanatçı, Rus konuk: Burası Fransa, demokrasi ve hoşgörünün yeri, burada öyle şeyler olacağını düşünmüyorum dese de olanlar oluyor. Aslında birileri düğmelere basıveriyor, bundan sonrası için kimse, kime ne olduğuna dair ilgilenmiyor. Adeta kıyametin koptuğu, kopmadan önce mutlu ve huzurlu insanların; iş çıkışında belki doğum günü kutlaması, belki Paris turu, belki eşi ile yemek için gittiği mekan olayın üzerinden günler geçtikten sonra sanki hiç olmamış gibi temizleniyor, toparlanıyor ve yeni konuklarını bekliyor. Mia,( Virginia Efira ) şanssızlık olarak mı yoksa filmde söylendiği gibi -her trajedi sonrasında insanı bekleyen, bir mucize vardır, onu bekle ve gör,- gibi mi, bilinmez ama. Eşi ile tamamlayamadığı, biraz kafasını toparlamak, biraz masada, kendine ısmarladığı tek kadeh şarapla yazmak ve yağmur dinene kadar geçireceği arka taraflarda zor bulduğu masada, tüm hayatı ansızın değişecek, hafızasını kaybedeceği gibi artık hiçbir şey de, eskisi gibi olamayacaktır.
Olay örgüsü, sıradan insanların yaşamları içinden çalınan, bedellerinin, bedenleri ile ödetildiği, bir dakika önce doğum gününün mumunu üflerken artık bir dizi ameliyatı beklemek. Ya da gülerken kız kıza, selfie modunda iken ansızın öldürülmek. Belki radyoda tercümanlık yapan Mia’da, ön taraflarda otursa kolayca yaşamını yitireceği yerde arka tarafta yer bulması, aslında yaşama tutunması için elini bir dolabın içinde tutan, Jamaika’lı göçmenin siyahî ellerinden kurtulacaktır.
ELİMİ TUTTUĞUN İÇİN TEŞEKKÜR EDERİM
Gerçekten insanlar, birbirlerinin ellerini tutabiliyorlar mı? “Ben hep şanslıydım şef beni depoya gönderdiği anda patlama oldu.” dese de, esasen tüm ipuçları, kurtarılmayı beklerken sarf ediliyor. “Bir daha bu dolap gibi yerde kalmaya niyetim yok. Nefes almaya devam et!” Bir mültecinin, bir gemide, soluk almadan, yanında yoldaşlarının havasızlıktan ölümlerine şahitlik etmiş olanlar için ne korkunç bir olaydır. Ve ne korkunç bir olaydır, o an restoranda tanıştığın ve öleceğini bildiğin için karşılıklı hissedilen duyguya karşılık, soluksuz öpüşmek. Ve sana bakan bir adamın duygusunu, aynı restoran içinde görememek ama sonrasında taşları tamamlamak. Acil diye masadan kalkan doktor eşinin, karısının ruhunda yaşanan sarsıntıyı anlayamayıp, bir çocuğumuz olsaydı bunu yapamazdın, diyebilmesi ve güçlü bir kadının, aldatıldığını anladıktan sonra, “ yine yapardım” deyip, bir daha geri dönmemesi.
Bir insanı, hangi patlama yıkar? Dışarından gelen mi, içeriden mi? Yoksa hem içeriden hem dışarıdan saldırı tufanı mı?
Yönetmen, bizi kopuk ama sanki yaşanıyormuş, gibi yaşanan ama yaşanamayan sahnelerden, hayalet yüzlere, bir travma sonrasında yakılan mumlar, çiçekler, duygular ve sonrasında, çöpçülerin topladığı, geriye kalanlar.
Neyi yaşıyor ki insan denen varlık o zaman?
Deprem anında kendi canını feda eden köpekler, zor kurtarılan kedileri düşündüğümüzde, ansızın olabilecek olaylardan sonra eski siz olamayacağınız gibi Fransa ya da başka yerde insanın insana kıyımına şahitlik ediyoruz.
Son derece yalın bir oyunculuk sunan, Virginia Efira’nın, Mia karakteri ile hümanist yaklaşımı, kendisini suçlayan esas suçluların trajik vaklarına bile ne derece sevgi ile yaklaşabileceğini örnek gösteriyor. Hoşgörü ve Sevgi.
Finale doğru, Jamaika, Endenozya,Malezya göçmenlerinin oralarda “fotokopi” olarak anıldıklarını ve onlar olmazsa, Paris’de restoranların ayakta duramayacağı gerçeğini, yıllardır ayakta kalabilmek için şemsiyeden, Paris, Eiffel’li anahtarlıklar satan ve polis tarafından da kovalanan insanların dramını, son tahlilde, yine Jamaikalı göçmenin duruşundan sunarken: Biz kimlik satmayız, biz birbirimize yardım ederiz.
Söyleminden, çok şeyi de ortaya açık açık seriyor.
Övgüyü de, birçok sözü de hakkıyla hak eden güzel bir film seçkisi, siz sanatseverleri bekliyor.
“Paris Hatırları.”
Elimi tuttuğun için teşekkür ederim.
İnsan hayatında birçok an, birçok hatıra, birçok acı, birçok mutluluk olsa da; ilk hatırlanan, zor anınızda, yanınızda olan kim?
' Zor anımda yanımda olmadıysan, iyi günümde yanımda olmayı hak etmiyorsundur.' Küçük Prens’de, buna benzer bir söz vardır.
Bazı acılar, insandan insana farklı tezahür eder. Bunlardan en acısı, insanın insana bile isteye, tıpkı 'Paris Hatıraları' filminde, şahitlerin sözlerindeki gibi.
Bir silahlı saldırı ve sonrasında değişen yaşamlar.
'Saldırganı gördüm. Melek gibi bir yüzü vardı. Gülümsüyordu.'
İnsanoğlunun içi, kocaman bir dipsiz kuyu. Çöz, çözebilirsen!
Birilerinin gözünü bile kırpmadan, üstüne gülümseyerek yaptığı eylemler; masum binlerce insanın kaderini değiştirebiliyor. Dünyanın neresinde olursanız olun, eğer insan olamamışsak, bir başka canı yakmak için potansiyel adayız.
Yönetmen, Alice Winecour’un, ilk kez Cannes Film Festivali, Yönetmenlerin On Beş Günü Bölümü’nde gösterilen son filmi, aslında kendi erkek kardeşinin de mağdur olarak 2015 yılında gerçekleşen Bataclan saldırılarından ilham alıyor. Ve aldığı bu ilhamın, trajik açılımını ise şu sözlerle ifade ediyor:
“ Asıl ilgilendiğim, saldırının kendisi değil. Mağdurlarda bıraktığı izler. Bir şehre yeni gözlerle bakma fikri. Paris, bu filmin karakterlerinden biri çünkü bu kent de en derinden yaralandı.”
Ve böylelikle bizi birçok şekilde hayatlarımızdan ne şekilde koparıldığımıza davet ediyor.
Yer,Fransa ve meşhur Paris. Paris’de, bir radyoda Rus tercüman görevi başında,akşamda işinden çıkıp, eşi ile yemek yiyecek. Yemek, kocasına acil gelen telefondan iş çağrısı ile bölünürken, masada unutulan kalem yaşamın ve terk edilişin, ilk ipucu. Zaten yönetmen güne, henüz uyanır uyanmaz, mutfakta kırılan, bardak ile başlıyor. Akışta her şey, hiç kimsenin istemeyeceği şekilde sonuçlanırken; bir anda hayatların ne derece değişebileceği ve birbirimize adeta emanet yaşamlarımızda; bir el tutmanın ne kadar önemli olduğunun çağrısını da yapmakta. Radyodaki sanatçı, Rus konuk: Burası Fransa, demokrasi ve hoşgörünün yeri, burada öyle şeyler olacağını düşünmüyorum dese de olanlar oluyor. Aslında birileri düğmelere basıveriyor, bundan sonrası için kimse, kime ne olduğuna dair ilgilenmiyor. Adeta kıyametin koptuğu, kopmadan önce mutlu ve huzurlu insanların; iş çıkışında belki doğum günü kutlaması, belki Paris turu, belki eşi ile yemek için gittiği mekan olayın üzerinden günler geçtikten sonra sanki hiç olmamış gibi temizleniyor, toparlanıyor ve yeni konuklarını bekliyor. Mia,( Virginia Efira ) şanssızlık olarak mı yoksa filmde söylendiği gibi -her trajedi sonrasında insanı bekleyen, bir mucize vardır, onu bekle ve gör,- gibi mi, bilinmez ama. Eşi ile tamamlayamadığı, biraz kafasını toparlamak, biraz masada, kendine ısmarladığı tek kadeh şarapla yazmak ve yağmur dinene kadar geçireceği arka taraflarda zor bulduğu masada, tüm hayatı ansızın değişecek, hafızasını kaybedeceği gibi artık hiçbir şey de, eskisi gibi olamayacaktır.
Olay örgüsü, sıradan insanların yaşamları içinden çalınan, bedellerinin, bedenleri ile ödetildiği, bir dakika önce doğum gününün mumunu üflerken artık bir dizi ameliyatı beklemek. Ya da gülerken kız kıza, selfie modunda iken ansızın öldürülmek. Belki radyoda tercümanlık yapan Mia’da, ön taraflarda otursa kolayca yaşamını yitireceği yerde arka tarafta yer bulması, aslında yaşama tutunması için elini bir dolabın içinde tutan, Jamaika’lı göçmenin siyahî ellerinden kurtulacaktır.
ELİMİ TUTTUĞUN İÇİN TEŞEKKÜR EDERİM
Gerçekten insanlar, birbirlerinin ellerini tutabiliyorlar mı? “Ben hep şanslıydım şef beni depoya gönderdiği anda patlama oldu.” dese de, esasen tüm ipuçları, kurtarılmayı beklerken sarf ediliyor. “Bir daha bu dolap gibi yerde kalmaya niyetim yok. Nefes almaya devam et!” Bir mültecinin, bir gemide, soluk almadan, yanında yoldaşlarının havasızlıktan ölümlerine şahitlik etmiş olanlar için ne korkunç bir olaydır. Ve ne korkunç bir olaydır, o an restoranda tanıştığın ve öleceğini bildiğin için karşılıklı hissedilen duyguya karşılık, soluksuz öpüşmek. Ve sana bakan bir adamın duygusunu, aynı restoran içinde görememek ama sonrasında taşları tamamlamak. Acil diye masadan kalkan doktor eşinin, karısının ruhunda yaşanan sarsıntıyı anlayamayıp, bir çocuğumuz olsaydı bunu yapamazdın, diyebilmesi ve güçlü bir kadının, aldatıldığını anladıktan sonra, “ yine yapardım” deyip, bir daha geri dönmemesi.
Bir insanı, hangi patlama yıkar? Dışarından gelen mi, içeriden mi? Yoksa hem içeriden hem dışarıdan saldırı tufanı mı?
Yönetmen, bizi kopuk ama sanki yaşanıyormuş, gibi yaşanan ama yaşanamayan sahnelerden, hayalet yüzlere, bir travma sonrasında yakılan mumlar, çiçekler, duygular ve sonrasında, çöpçülerin topladığı, geriye kalanlar.
Neyi yaşıyor ki insan denen varlık o zaman?
Deprem anında kendi canını feda eden köpekler, zor kurtarılan kedileri düşündüğümüzde, ansızın olabilecek olaylardan sonra eski siz olamayacağınız gibi Fransa ya da başka yerde insanın insana kıyımına şahitlik ediyoruz.
Son derece yalın bir oyunculuk sunan, Virginia Efira’nın, Mia karakteri ile hümanist yaklaşımı, kendisini suçlayan esas suçluların trajik vaklarına bile ne derece sevgi ile yaklaşabileceğini örnek gösteriyor. Hoşgörü ve Sevgi.
Finale doğru, Jamaika, Endenozya,Malezya göçmenlerinin oralarda “fotokopi” olarak anıldıklarını ve onlar olmazsa, Paris’de restoranların ayakta duramayacağı gerçeğini, yıllardır ayakta kalabilmek için şemsiyeden, Paris, Eiffel’li anahtarlıklar satan ve polis tarafından da kovalanan insanların dramını, son tahlilde, yine Jamaikalı göçmenin duruşundan sunarken: Biz kimlik satmayız, biz birbirimize yardım ederiz.
Söyleminden, çok şeyi de ortaya açık açık seriyor.
Övgüyü de, birçok sözü de hakkıyla hak eden güzel bir film seçkisi, siz sanatseverleri bekliyor.
“Paris Hatırları.”