End
Üye
- Katılım
- 21 Ocak 2021
- Mesajlar
- 972
- Tepkime puanı
- 51
- Puanları
- 18
- Cinsiyet
- Medeni Hali
- Memleket
- 19 ÇORUM
- Takım
- Fenerbahçe
- Burç
- Kova
- Mesleği
- Muhasebe
İtibar:
“Tarlaya ektim soğan,
Yemedi, bitti doğan,
Hep mi güzel oluyor, senin Annenden doğan.
Oy niye, yar niye niye?
Ölürüm yar diye diye.”
İnsanları bir araya getiren en büyük kalabalıklar; düğünler ve cenazelerdir. Birincisi sevilen; beklenilen, istenilen. İkincisi, hep kaçılan. Yaşamaktan da, ölmekten de kaçılan.
BİRİCİK DAYIMA
Öyle ya insan, çocukluğundaki izler ile yaşamda hayat buluyor. Dâra düştüğünde, kuvvet alıyor. “Eskidendi eskidendi”, şiirini Murathan Mungan, henüz yazmamış, Atilla Özdemiroğlu’nun henüz bestelememiş olduğu bu güzel eseri, Sezen Aksu ise seslendirmemişti. İnsanlık, dünya denilen gezegenin Türkiye’sinin, İstanbul’unda, 1955’ler civarı, memleketlerine gitmek için Anadolu Yakasında bulunan ve Kadıköy’den kalkan otobüsler ile yolculuğa çıkarlardı. Ya da Haydarpaşa Tren İstasyonundan. Bir ailenin çocuklarının en büyük hayali ve lüksü, Kadıköy’e varıldığında, sosisli sandviç yemek ve yolculuğa çıkmaktı. O ailenin en büyük çocuğu, benim Annem. Her şeyi çok net hatırlıyor. Ne de olsa ikinci dünya harbinin finalinde doğmuş, yokluk nedir, derinden yaşamış, genç Cumhuriyetin, henüz kızlarına fırsatları sindiremediği ailelerle, işçi bir babanın, üç çocuklu ailesinin en büyüğü, yeri geldiğinde kardeşlerine annelik yapmış. Terzilik yapmış, kollamış hep. Yıllar geçtiğinde kendi evlatları olduğunda ise onun çocukları, darbe görmüş ve Avrupa yakasından kalkmakta olan ve adı şimdi Panorama 1453 olan alandan kalkmakta olan otogardan, otobüslere binmiş, yolculuklar için. Ne sandınız, otogargara gibi hikâyeler nereden türedi? Henüz şimdi otogar yok!
Baba tarafından Karamürsel’in seçkin ailelerinden ve Karamürsel’i temsil eden “Karamürsel sepetinin” yaratıcısı, mimarı “Koygun”ların, soyu. Kurtuluş Savaşımızda, Yunan’a direnen Ali Koygun’un torunları. Ve o ailenin İbrahim ve Güzide çiftlerinden olan tek erkek çocukları, Şakir. İşte o da benim ve tüm kuzenlerin biricik dayısı, olsa da bende yeri başka. Benim de dayımda yerimin başka olduğunu hep hissettirmiştir bana. Bugün, dünden kalan adeta bembeyaz kefeni içinde, tıpkı eski bebeklerin sarıldığı zıbınlar içinde anneciğinin kucağına verilircesine, emaneti yerine bıraktıktan sonra yazmaya çalışıyorum.
Neredeyse tam bir yıl olacak, kuzenimin oğlunun düğününde son kareyi çekmişiz. Ah benim bu karelerim, rahmetli babamdan aldığım bu miras, zaman yolculuğumda, zaman zaman beni derin yolculuklara çıkarıyor. Karamürsel-Hereke hattında ki o neşeli, unutulmaz bayram günlerimizin mimarı Dedem, kendi çocuklarına ne yapabildi ise o dar bütçesi ile bizlere de aynısı yaptı. İşte o otogardan kalkan otobüslerde; tüm aile neredeyse bir otobüsün yarısını kaplarken, rahmetli Ananemin, daha henüz otobüse yerleşmişken “Acıktınız mı?” sorusu ile gülümseye başlardı. Düşüncesi hep, yedirsin içirsin, kimse aç kalmasın. Şenlik, hiç kimselere nasip olmamış bir ritüel gibiydi, o günlerde. Ve hâla hatırladığımda, hissi, beni mutlu eden. İşte o otobüslerin şoför arkası, Dayımla benimdi. Beni aldığı gibi oraya geçer,ve “Burası bizim” derdi ve bende çocuk halim, gülümseyerek, dayımın yanında, ailemin sıcaklığının güveninde ve o şen kalabalıkla yolculuğa çıkabilmenin, derin huzurunu yaşardım. Ve başlardık, teker dönmeye başlarken “Hadi türkü söyleyelim” biz, dayımla kendi aramızda hâllenirdik. Ve adaş olduklarından mı bilmem, Şakir Öner Günhan ile Şakir dayımı, bir tutardım. Onun türkü söylerken ki sempatik hali, dayımın gülümseyen ve benimle birden yaşıt oluveren o haliyle bütünleşiverirdi. Ansızın tarifsiz bir mutluluk ve başlardı, ikimizin düeti: “Tarlaya ektim soğan!” İşte bu hit olmak üzere birkaç türkü dayımla benim repertuarımıza aitti.
Yolculuk sonunda bir tatilde, Dayımın şakası sonrası Karamürsel’de boğulma tehlikesi atlatsam da, bakmayın balığa da ilk dayım götürmüştür. Kuzenim Ali ve ben, dayımın en iyi balıkçı arkadaşları olduk, sonra. Henüz evlenmemiş, çocukları yokken dayımızın ilk göz ağrıları Ablam ve bendim. Ablam, Ali ve Ben. Sonra Arzu ve sırasıyla kendi biricik evlatları..Vedat, Hande ve Nisa. Onlara eklenen birbirinden kıymetli torunlar.
Askere gitmeden önce bize gelip, balkonda yaptığı, kardan adam gibi bembeyaz yüreği, olan bir adamdı, benim güzel dayım.
Bu yazıyı yazarken geçen yıl bu zamanlarda bir düğün vardı. O aileden de bir baba eksik şimdi Karamürsel ve sevgili Fatoş ablamın, biricik eşi ve kuzen düğününden sonra bir kişi..
Bir Baba, Bir Dayı, Bir Eş, Bir Arkadaş, Bir Dost ve Bir Akraba.
Düğün ve cenazeler arasında sıkışmış yaşam denilen öğretilerde, belki de en büyük yalnızlık, asıl olarak hayat arkadaşı yengemin yaşadığıdır. Netice de tam elli yıl ömür geçirmişler. İyisi, kötüsü, olanı, olmayanı ile tam elli yıl!
Koskoca yarım yüzyılın hesabı, nikâh tarihlerinde, başka bir akit ile nihayetleniyor. Kim biliyor ki bunu, elbette hiç kimse.
5 Ağustos 1973, nikâh tarihleri ve sonra 19 Mayıs Düğün Salonunda ileri bir tarihte de düğün.
Ne kalıyor bizlere; bir düğün ve bir cenazeden sonra anılar… Sadece AN’lardan damla damla anılar…
Dayım, huzurla kal!
Yeniden görüşeceğiz.
Yemedi, bitti doğan,
Hep mi güzel oluyor, senin Annenden doğan.
Oy niye, yar niye niye?
Ölürüm yar diye diye.”
İnsanları bir araya getiren en büyük kalabalıklar; düğünler ve cenazelerdir. Birincisi sevilen; beklenilen, istenilen. İkincisi, hep kaçılan. Yaşamaktan da, ölmekten de kaçılan.
BİRİCİK DAYIMA
Öyle ya insan, çocukluğundaki izler ile yaşamda hayat buluyor. Dâra düştüğünde, kuvvet alıyor. “Eskidendi eskidendi”, şiirini Murathan Mungan, henüz yazmamış, Atilla Özdemiroğlu’nun henüz bestelememiş olduğu bu güzel eseri, Sezen Aksu ise seslendirmemişti. İnsanlık, dünya denilen gezegenin Türkiye’sinin, İstanbul’unda, 1955’ler civarı, memleketlerine gitmek için Anadolu Yakasında bulunan ve Kadıköy’den kalkan otobüsler ile yolculuğa çıkarlardı. Ya da Haydarpaşa Tren İstasyonundan. Bir ailenin çocuklarının en büyük hayali ve lüksü, Kadıköy’e varıldığında, sosisli sandviç yemek ve yolculuğa çıkmaktı. O ailenin en büyük çocuğu, benim Annem. Her şeyi çok net hatırlıyor. Ne de olsa ikinci dünya harbinin finalinde doğmuş, yokluk nedir, derinden yaşamış, genç Cumhuriyetin, henüz kızlarına fırsatları sindiremediği ailelerle, işçi bir babanın, üç çocuklu ailesinin en büyüğü, yeri geldiğinde kardeşlerine annelik yapmış. Terzilik yapmış, kollamış hep. Yıllar geçtiğinde kendi evlatları olduğunda ise onun çocukları, darbe görmüş ve Avrupa yakasından kalkmakta olan ve adı şimdi Panorama 1453 olan alandan kalkmakta olan otogardan, otobüslere binmiş, yolculuklar için. Ne sandınız, otogargara gibi hikâyeler nereden türedi? Henüz şimdi otogar yok!
Baba tarafından Karamürsel’in seçkin ailelerinden ve Karamürsel’i temsil eden “Karamürsel sepetinin” yaratıcısı, mimarı “Koygun”ların, soyu. Kurtuluş Savaşımızda, Yunan’a direnen Ali Koygun’un torunları. Ve o ailenin İbrahim ve Güzide çiftlerinden olan tek erkek çocukları, Şakir. İşte o da benim ve tüm kuzenlerin biricik dayısı, olsa da bende yeri başka. Benim de dayımda yerimin başka olduğunu hep hissettirmiştir bana. Bugün, dünden kalan adeta bembeyaz kefeni içinde, tıpkı eski bebeklerin sarıldığı zıbınlar içinde anneciğinin kucağına verilircesine, emaneti yerine bıraktıktan sonra yazmaya çalışıyorum.
Neredeyse tam bir yıl olacak, kuzenimin oğlunun düğününde son kareyi çekmişiz. Ah benim bu karelerim, rahmetli babamdan aldığım bu miras, zaman yolculuğumda, zaman zaman beni derin yolculuklara çıkarıyor. Karamürsel-Hereke hattında ki o neşeli, unutulmaz bayram günlerimizin mimarı Dedem, kendi çocuklarına ne yapabildi ise o dar bütçesi ile bizlere de aynısı yaptı. İşte o otogardan kalkan otobüslerde; tüm aile neredeyse bir otobüsün yarısını kaplarken, rahmetli Ananemin, daha henüz otobüse yerleşmişken “Acıktınız mı?” sorusu ile gülümseye başlardı. Düşüncesi hep, yedirsin içirsin, kimse aç kalmasın. Şenlik, hiç kimselere nasip olmamış bir ritüel gibiydi, o günlerde. Ve hâla hatırladığımda, hissi, beni mutlu eden. İşte o otobüslerin şoför arkası, Dayımla benimdi. Beni aldığı gibi oraya geçer,ve “Burası bizim” derdi ve bende çocuk halim, gülümseyerek, dayımın yanında, ailemin sıcaklığının güveninde ve o şen kalabalıkla yolculuğa çıkabilmenin, derin huzurunu yaşardım. Ve başlardık, teker dönmeye başlarken “Hadi türkü söyleyelim” biz, dayımla kendi aramızda hâllenirdik. Ve adaş olduklarından mı bilmem, Şakir Öner Günhan ile Şakir dayımı, bir tutardım. Onun türkü söylerken ki sempatik hali, dayımın gülümseyen ve benimle birden yaşıt oluveren o haliyle bütünleşiverirdi. Ansızın tarifsiz bir mutluluk ve başlardı, ikimizin düeti: “Tarlaya ektim soğan!” İşte bu hit olmak üzere birkaç türkü dayımla benim repertuarımıza aitti.
Yolculuk sonunda bir tatilde, Dayımın şakası sonrası Karamürsel’de boğulma tehlikesi atlatsam da, bakmayın balığa da ilk dayım götürmüştür. Kuzenim Ali ve ben, dayımın en iyi balıkçı arkadaşları olduk, sonra. Henüz evlenmemiş, çocukları yokken dayımızın ilk göz ağrıları Ablam ve bendim. Ablam, Ali ve Ben. Sonra Arzu ve sırasıyla kendi biricik evlatları..Vedat, Hande ve Nisa. Onlara eklenen birbirinden kıymetli torunlar.
Askere gitmeden önce bize gelip, balkonda yaptığı, kardan adam gibi bembeyaz yüreği, olan bir adamdı, benim güzel dayım.
Bu yazıyı yazarken geçen yıl bu zamanlarda bir düğün vardı. O aileden de bir baba eksik şimdi Karamürsel ve sevgili Fatoş ablamın, biricik eşi ve kuzen düğününden sonra bir kişi..
Bir Baba, Bir Dayı, Bir Eş, Bir Arkadaş, Bir Dost ve Bir Akraba.
Düğün ve cenazeler arasında sıkışmış yaşam denilen öğretilerde, belki de en büyük yalnızlık, asıl olarak hayat arkadaşı yengemin yaşadığıdır. Netice de tam elli yıl ömür geçirmişler. İyisi, kötüsü, olanı, olmayanı ile tam elli yıl!
Koskoca yarım yüzyılın hesabı, nikâh tarihlerinde, başka bir akit ile nihayetleniyor. Kim biliyor ki bunu, elbette hiç kimse.
5 Ağustos 1973, nikâh tarihleri ve sonra 19 Mayıs Düğün Salonunda ileri bir tarihte de düğün.
Ne kalıyor bizlere; bir düğün ve bir cenazeden sonra anılar… Sadece AN’lardan damla damla anılar…
Dayım, huzurla kal!
Yeniden görüşeceğiz.