End
Üye
- Katılım
- 21 Ocak 2021
- Mesajlar
- 972
- Tepkime puanı
- 51
- Puanları
- 18
- Cinsiyet
- Medeni Hali
- Memleket
- 19 ÇORUM
- Takım
- Fenerbahçe
- Burç
- Kova
- Mesleği
- Muhasebe
İtibar:
Elbette başlıktaki soruya verilecek cevap tabi ki “Demokratik Cumhuriyet” olacak. Hal böyle olunca da peş peşe sorular sükûn edecek. Alın size birkaç soruya verilmesi gereken birkaç cevap.
Cumhuriyet tek başına yeterli mi?
Başlıktaki soruya “elbette değil” şeklinde bir yanıt verilebilir. Öncellikle cumhuriyet denince önünü arkasını ve içeriğini düşünmeden bu kavramı başlı başına kutsalmış gibi addedilmesi ve kutsanması bir cehaletin ürünü değilse bir aymazlığın ürünüdür. Çünkü cumhuriyet kavramı tek başına olumlanacak pozitif bir kavram değil.
Bunu deyince birilerinin hemen yerinden sıçradığını görür gibiyim, çünkü ölçüp biçmeden önyargı ile bir hamasetin peşine düşmüş bu zevatın derdi gerçek anlamda bir cumhuriyet değil; ya modaya kapılarak ya da kendince bir şey yaptığını sanarak bir de kimin ne yaptığını bilmeden akıp giden genel gidişata kürek çekmektir. Mesela, bu kişilere İran’ın da bir cumhuriyet olduğunu hatırlatalım, sırf adı cumhuriyettir diye böyle bir yerde yaşamak ister miydiniz? Bunu dediğimizde birdenbire kafalara dank ettiğini görür gibi oluyorum. Evet İran bir cumhuriyet, ama buna karşılık Norveç ve İngiltere de krallıktırlar, yani monarşidirler. Şimdi, İran Cumhuriyetinde mi yaşamak istersiniz yoksa İngiltere veya Norveç monarşisinde mi?
O halde asıl soruyu soralım: Cumhuriyet tek başına yeterli mi? Değil elbette, bir anayasacıya ‘Cumhuriyet nedir?’ diye sorarsanız vereceği yanıt son derece basit olur: “Devlet başkanının soy esasına göre değil, seçimle belirlendiği devlet biçimi, diyecektir” size. Bir başka deyişle, monarşi olmayan devlet, hepsi bu. Murat Sevinç, “100. Yılında Cumhuriyet ve Cumhur” isimli makalede şöyle bir belirlemede bulunuyor: “Cumhuriyet’in ne demokrasiyle ne hukuk devletiyle ne laiklik ya da diğer ilkelerle ‘kavramsal düzeyde’ bir ilişkisi var. Bir cumhuriyet ceberut, bir krallık demokrasi olabilir”. Nitekim Batı ‘demokrasileri’ içinde çok sayıda ‘monarşi’ var. Doğunun teokratik, otokratik ve ceberut devletleri içinde de çok sayıda cumhuriyet var.
Cumhuriyet demokratikleştiği, çoğulculaştığı oranda özenen ve arzulanan cumhuriyet olur. Her şeyden devleti yaşamın merkezine koyan değil, yaşamı devletin merkezine koyan bir cumhuriyet olmalı söz konusu olan. Türkiye toplumu çoğul ve çoklu bir toplum. Cumhuriyet buna göre yapılanmalı, kimseyi dışarda bırakmamalı, kimseyi ötekileştirmemeli, baskı altına almamalı. Bütün farklılıkların eşitçe bir arda yaşamasına olanak tanımalı. Onu kucaklayacak her bir ferdini, farklı olan her bir ferdini özgür kılacak, onları özgür kılabilmek için onlara alan açacak, daha doğrusu onların kendi alanlarını kurmalarına rıza gösterecek, onlarla beraber kendini yeniden kuracak bir devlet -toplum ilişkisini kuracak bir cumhuriyetten söz ediyoruz.
Demek ki cumhuriyet bir form olarak gerekli ama tek başına yeterli değil. Aslolan o cumhuriyetin içinin demokrasi ile dolmuş olmasıdır, yani demokratik olup olmadığıdır. Bu manada bir cumhuriyetin çağdaş ve istenir olması için demokratik olması lazım, gerisi lafı güzaftır.
Peki Türkiye Cumhuriyeti’nin seyri nasıldır?
Bu sorunun cevabına baktığımız zaman cumhuriyetin ilanından sonra geçen yüzyılı üç kısma ayırmak mümkün. İlk 25 yıl, son 25 yıl ve ikisinin arasında yer alan 50 yıl. Cumhuriyetin ilanından sonraki ilk çeyrek asırda tek partili rejim hakimdi, arada geçen sürede çok partili rejime geçişi beklenmiştir. Dolayısıyla ilk çeyrekteki cumhuriyet o günün koşullarının da etkisiyle demokratik değildi. En basitinden tek parti rejimi olması zaten demokrasiyi öteleyen bir olgudur.
Cumhuriyetin içinde bulunduğumuz son çeyrek yüzyılı ise AKP iktidarlarıyla geçti. Burada da her halde gerçek manada bir demokrasiden bahsedilmez. Daha ziyade dinî referansların ağır bastığı, zaman zaman teokrasiye meyleden bir durum söz konusu. Daha önceki Türk-İslam sentezi burada İslami öne alınarak İslam-Türk sentezine çevrilmiş, dolaysıyla İslam’ı rengi ve vurgusu yüksek olan kimi zaman Siyasal İslam’a evrilmek istenen bir cumhuriyettir söz konusu olan. Bu yönüyle o da demokratik cumhuriyeti öteleyen bir mantaliteye sahiptir.
İlk çeyrek ile son çeyrek arasındaki yarım asır ise askeri darbelerle sürmüştür. Bu dönemde cumhuriyet militarist vesayet altında seyretmiştir. Bilindiği üzere, ilk çeyreğin sonu olan 1950 il son çeyreğin başı sayılan 2000 arasında dört askeri darbe ve müdahale gerçekleşmiştir. Dolayısıyla böyle bir hercümercin yaşadığı bu dönemde de gerçek bir demokrasiden bahsedilmez.
Özet olarak ilk çeyreğe otokrasi, son çeyreğe teokrasi renk verirken aradaki yarım yüzyıla da militarizm rengi hâkim olagelmiştir. Sonuç itibariyle cumhuriyet ilk yüzyılda özlenen demokratik cumhuriyete kavuşamamıştır.
Din ve tarım imparatorluğundan cumhuriyete…
Tabi bunun siyasi ve sosyolojik nedenleri de irdelenmeli. Emre Kongar bu konuda şöyle bir tespit yapar “Gerek iktidarın kaynağının, Dinsel/ Geleneksel otoriteyi temsil eden Padişah’tan alınarak halka aktarılması gerekliliği, gerekse dönemin siyasal terminolojisi, Cumhuriyet sözcüğünün öne çıkmasına yol açmıştır. Ama ne yazık ki, Demokratik Cumhuriyet modeli, temel yapısı Feodal Din/Tarım Toplumu olan ülkede, “Kurdum” demekle kurulmuyor!”
Onun için bir çaba bir mücadele gerekir. Ne ki Türkiye’de iktidarı ele geçiren sağ partiler bu amaç ve idealden uzaktır. Gerçek anlamda demokrasiyi tesis edebilecek bir sol iktidar ise yaşanmamıştır.
Kongar, serbest seçimlerle iktidara el koyan Feodal Din/Tarım Toplumu temsilcileri, (henüz yeterince çağdaşlaşamadıkları için) Demokratik Cumhuriyeti, özgürlükçü ve çoğulcu bir çizgide geliştirmek yerine, çoğunluk baskısına “Milli İrade” diyerek, Temel Hak ve Özgürlükleri inkâr etmiş, yeniden feodal Din/Tarım toplumu yapısını egemen kılmak istemişlerdir, diyor.
İşin özü demokratik rızadır…
Aslında son tahlilde üç yönetim biçiminden bahsedilebilir; bunlar, Allah korkusuna dayanan Teokrasi, zalimin korkusuna dayanan Otokrasi ve halkın rızasına dayanan Demokrasidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise demokrasinin adı var ama kendisi hiçbir zaman tam olmamıştır.
Devlet egemenliği korku üzerine inşa edilmiş, ceberut devlet karşısında hiçbir zaman vatandaşın esamesi okunmamıştır. Egemenlik halkın dendiği halde egemenler ele geçirdikleri egemenliği halkla paylaşmak istememiştir. Vatandaştan korkulduğu için sürekli vesayet altında tutulmuş, ceberut devlet karşısında vatandaşın esamesi okunmamıştır.
Peki bu neden böyle olmuş? Çünkü cumhuriyet aşağıdan yukarıya bir halk hareketi ve mücadelesi ile kurulmak yerine yukarıdan aşağıya jakoben bir biçimde bir “devlet ulus” modeli şeklinde kurulmuştur. Saltanat ortadan kaldırılmış, sultanın yerini “devlet” almıştır. Bu sistemde vatandaş hak sahibi olmaktan ziyade görev sahibidir. Vatandaş, vergi, verir, askere gider, devletin her dediğini kayıtsız şartsız yerine getirir. Sesini çıkardığında ya da itiraz ettiğinde ise devletin zor tekeli kullanılarak sindirilir ve susturulur. O nedenle cumhuriyet halktan ziyade daha çok ondan nemalanan sermaye kesimi, siyaset erbabı ve bürokrat kesiminin yaşamını kolaylaştırmış ve onların işine yaramıştır.
Peki siyasi yarış neyi ifade ediyor?
Çok partili seçimlere geçildikten sonra asker sivil bürokrasinin yerine gelen iktidarların temel amacı da halkın sorunlarını çözmekten ziyade devletin hazinesini ele geçirip kendilerine göre istedikleri biçimde dağıtmak olmuş. Bütün kavga bunun üzerine kurulmuştur. Zaten bu uygulamanın sonucunda her dönem, (bugün de olduğu gibi) siyasetten nemalan türedi zengin sınıflar oryaya çıkmıştır. Böylece “hak, hukuk, adalet” nutukları altında zenginler daha da zenginleşirken halk daha da yoksullaşmıştır. Cumhuriyet bu manada bilhassa kimsesizlerin kimsesi olamamıştır. Bir retorik ve hamasetle böyle söylenebilir, ama çevrenize bir bakın gerçek bu mu? Ve unutmayın gündüz gerçeğe gözünü kapatan sadece dünyayı kendine gece yapar, gerçek ise orada var olmaya devam eder.
Şu gerçeği de hatırlatmak lazım: Çoğu zaman toplumun gazını almak için halka hep halkçılık demagojisi ve demokrasi hamaseti yapılmıştır. Yanı sıra, egemenliklerini daim etmek için beka söylemi, iç dış düşman korkutması ile yoksul halk susturulmuştur. Vatan mücadelesinde yoksullar hep ölürken vatanın sefasını hep varsıllar sürmüştür.
Bazı zamanlarda ise demokrasi vurguları yükseltilmiş hatta yasalara ve anayasalara yazılmıştır. Örneğin Anayasanın ikinci maddesinde, “Türkiye Cumhuriyeti devleti, insan haklarına saygılı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” yazar. Ama gerçekte öyle mi? Tabi yasalda yazılması önemli, realitenin nasıl olduğu da önemlidir.
Ana unsur laiklik mi?
Yukarıda belirtilen kavramlar son derece önemlidir. Ama herkes kendi vicdanına sorsun; bu devlet insan haklarına saygılı mı, sosyal mı, hukukun üstünlüğü mü var yoksa üstünlerin hukuku mu işliyor? Daha da önemlisi demokratik mi, laik mi?
Hukuk gibi bir arda yaşamın teminatı olan laikliği çetrefil hala getirmenin gereği yok. Basitçe şudur mesele: Bir ülke yeryüzünde imal edilmiş kurallara göre mi yönetilecek, yoksa ilahî hükümlere göre mi, konunun özü bu. Toplumsal ilişkilerde ve toplum devlet ilişkisinde hangi ‘emirler’ belirleyici/hâkim olacak? Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar bu soruya ‘millet’ yanıtını verdi, Fransızlar gibi. Hâkimiyet milletindir, ezcümle, egemenliğin kaynağı yeryüzü kurallarıdır. Söz konusu tercih aşamalı biçimde 1937’de ‘anayasa hükmü’ haline getirildi. Ama öyle mi gerçekten? Öyleyse hala eğitim üzerinden kavgalar darbe girişimleri neden oluyor? Çünkü eğitimi denetleyen ülkenin geleceğini denetler. Son FETÖ kalkışması bunu bize gösterdi. Hukuk eşit uygulanıyor mu? Öyle olsa memleketin bir bölümü neden topyekûn kayyumlarla yönetiliyor? Bu sorular ve sorgulamalar çoğaltılabilir.
Demokratik olmanın sınırları nelerdir?
Elbette bütün özgürlükçü rejimler gibi “Demokratik Cumhuriyetin” de sınırları vardır. Kongar’a göre birinci sınır, hiç kuşkusuz laikliktir. Sadece tek bir dine veya mezhebe, tek bir ırka veya millete özgü “Demokratik Cumhuriyet” olamaz. Irk ve milliyet kavramlarını da laiklik ilkesi içine katmak zorundayız, çünkü ırk ve milliyete ilişkin kimlikler, genellikle inançları da birlikte getirirler; Yahudi/ İsraillinin Museviliği, Yunanın Ortodoksluğu, Arabın Müslümanlığı gibi. Ama laiklik dendiğinde, bütün dinlere, mezheplere ve bu bağlamda, elbette her türlü inanca sahip olan çeşitli ırklara ve milliyetlere eşit davranan bir devlet yapısından söz etmekteyiz.
“İkinci sınır, Temel Hak ve Özgürlüklerdir. İnanç, vicdan ve kimlik özgürlüklerinin laiklik ilkesi ile sağlandığı varsayılarak, Temel Hak ve Özgürlüklerin kapsadığı alan, başta muhalif olma ve her türlü fikri her yerde her zaman ifade etme özgürlüğü olmak üzere, tüm siyaset, medya ve dışavurum biçimlerinin özgürlüklerini bütün kimlikler için kapsar.
Üçüncü sınır, seçmene gerçek seçeneklerin sunulduğu, muhalefetin iktidarla her alanda eşit haklara ve daha da önemlisi eşit propaganda olanaklarına sahip olduğu, periyodik, adil ve şeffaf seçimlerdir.
Dördüncü sınır, bu üç sınırı koruyacak olan yargının bağımsız mekanizmalarıdır. [Metin Kaydırma Sonu]Her türlü siyasal etkiden ve tasalluttan (saldırma, sataşma, tecavüze yeltenme) korunmuş, bağımsız ve tarafsız, ama yukarda açıklanan Temel Hak ve Özgürlüklerinden yana bir yargı mekanizması, “Demokratik Cumhuriyet”in dördüncü sınırıdır.” Bu sınırları aşan, bozan, yozlaştıran, kısıtlayan her iktidar “Demokratik Cumhuriyet” açısından meşruiyetini kaybeder.
Kimler, niçin kutluyor?
Kutlanan, Süleyman Demirel’in sevdiği ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti ‘devleti’ mi, yoksa Cumhuriyet’in ‘cumhurî’ yanı mı? Cumhuriyet, cumhuru, halkı, kamuyu hoşnut etti mi? Cumhurî, yani kamusal insanı, yurttaşı yaratabildi mi? Bando mızıka, bayraklar, fener alayları… güzel de hakikaten, kutladığımız nedir, Cumhuriyet’in nesidir?
[Metin Kaydırma Sonu]Bu yazıyı Sevinç’in şu sözleri ile bitirelim: “Kutlamamak için kırk takla atanlar, ısrarla ve haklı olarak kutlamak isteyenler, ruhsuz ve zamansız marş yazma trajedisi, Cumhuriyet’in laik ve demokratik niteliklerini zerrece umursamayan büyük sermayenin mahcubiyet verici kutlama filmleri, ulusal değerleri ırkçılıklarına kalkan yapmaya çabalayan şarlatanlar, bolca hamaset… Hiçbir cilanın örtemeyeceği somut gerçeğimiz, anayasası askıya alınmış bir ülkenin, kamusal-eşit yurttaş olamamış mutsuz ve yoksul halkı…” Varın gerisini siz düşünün.
Cumhuriyet tek başına yeterli mi?
Başlıktaki soruya “elbette değil” şeklinde bir yanıt verilebilir. Öncellikle cumhuriyet denince önünü arkasını ve içeriğini düşünmeden bu kavramı başlı başına kutsalmış gibi addedilmesi ve kutsanması bir cehaletin ürünü değilse bir aymazlığın ürünüdür. Çünkü cumhuriyet kavramı tek başına olumlanacak pozitif bir kavram değil.
“İran Cumhuriyetinde mi yaşamak istersiniz yoksa İngiltere veya Norveç monarşisinde mi?”
Bunu deyince birilerinin hemen yerinden sıçradığını görür gibiyim, çünkü ölçüp biçmeden önyargı ile bir hamasetin peşine düşmüş bu zevatın derdi gerçek anlamda bir cumhuriyet değil; ya modaya kapılarak ya da kendince bir şey yaptığını sanarak bir de kimin ne yaptığını bilmeden akıp giden genel gidişata kürek çekmektir. Mesela, bu kişilere İran’ın da bir cumhuriyet olduğunu hatırlatalım, sırf adı cumhuriyettir diye böyle bir yerde yaşamak ister miydiniz? Bunu dediğimizde birdenbire kafalara dank ettiğini görür gibi oluyorum. Evet İran bir cumhuriyet, ama buna karşılık Norveç ve İngiltere de krallıktırlar, yani monarşidirler. Şimdi, İran Cumhuriyetinde mi yaşamak istersiniz yoksa İngiltere veya Norveç monarşisinde mi?
O halde asıl soruyu soralım: Cumhuriyet tek başına yeterli mi? Değil elbette, bir anayasacıya ‘Cumhuriyet nedir?’ diye sorarsanız vereceği yanıt son derece basit olur: “Devlet başkanının soy esasına göre değil, seçimle belirlendiği devlet biçimi, diyecektir” size. Bir başka deyişle, monarşi olmayan devlet, hepsi bu. Murat Sevinç, “100. Yılında Cumhuriyet ve Cumhur” isimli makalede şöyle bir belirlemede bulunuyor: “Cumhuriyet’in ne demokrasiyle ne hukuk devletiyle ne laiklik ya da diğer ilkelerle ‘kavramsal düzeyde’ bir ilişkisi var. Bir cumhuriyet ceberut, bir krallık demokrasi olabilir”. Nitekim Batı ‘demokrasileri’ içinde çok sayıda ‘monarşi’ var. Doğunun teokratik, otokratik ve ceberut devletleri içinde de çok sayıda cumhuriyet var.
“Türkiye toplumu çoğul ve çoklu bir toplum. Cumhuriyet buna göre yapılanmalı, kimseyi dışarda bırakmamalı, kimseyi ötekileştirmemeli, baskı altına almamalı.”
Cumhuriyet demokratikleştiği, çoğulculaştığı oranda özenen ve arzulanan cumhuriyet olur. Her şeyden devleti yaşamın merkezine koyan değil, yaşamı devletin merkezine koyan bir cumhuriyet olmalı söz konusu olan. Türkiye toplumu çoğul ve çoklu bir toplum. Cumhuriyet buna göre yapılanmalı, kimseyi dışarda bırakmamalı, kimseyi ötekileştirmemeli, baskı altına almamalı. Bütün farklılıkların eşitçe bir arda yaşamasına olanak tanımalı. Onu kucaklayacak her bir ferdini, farklı olan her bir ferdini özgür kılacak, onları özgür kılabilmek için onlara alan açacak, daha doğrusu onların kendi alanlarını kurmalarına rıza gösterecek, onlarla beraber kendini yeniden kuracak bir devlet -toplum ilişkisini kuracak bir cumhuriyetten söz ediyoruz.
Demek ki cumhuriyet bir form olarak gerekli ama tek başına yeterli değil. Aslolan o cumhuriyetin içinin demokrasi ile dolmuş olmasıdır, yani demokratik olup olmadığıdır. Bu manada bir cumhuriyetin çağdaş ve istenir olması için demokratik olması lazım, gerisi lafı güzaftır.
Peki Türkiye Cumhuriyeti’nin seyri nasıldır?
Bu sorunun cevabına baktığımız zaman cumhuriyetin ilanından sonra geçen yüzyılı üç kısma ayırmak mümkün. İlk 25 yıl, son 25 yıl ve ikisinin arasında yer alan 50 yıl. Cumhuriyetin ilanından sonraki ilk çeyrek asırda tek partili rejim hakimdi, arada geçen sürede çok partili rejime geçişi beklenmiştir. Dolayısıyla ilk çeyrekteki cumhuriyet o günün koşullarının da etkisiyle demokratik değildi. En basitinden tek parti rejimi olması zaten demokrasiyi öteleyen bir olgudur.
Cumhuriyetin içinde bulunduğumuz son çeyrek yüzyılı ise AKP iktidarlarıyla geçti. Burada da her halde gerçek manada bir demokrasiden bahsedilmez. Daha ziyade dinî referansların ağır bastığı, zaman zaman teokrasiye meyleden bir durum söz konusu. Daha önceki Türk-İslam sentezi burada İslami öne alınarak İslam-Türk sentezine çevrilmiş, dolaysıyla İslam’ı rengi ve vurgusu yüksek olan kimi zaman Siyasal İslam’a evrilmek istenen bir cumhuriyettir söz konusu olan. Bu yönüyle o da demokratik cumhuriyeti öteleyen bir mantaliteye sahiptir.
“İlk çeyreğe otokrasi, son çeyreğe teokrasi renk verirken aradaki yarım yüzyıla da militarizm rengi hâkim olagelmiştir”
İlk çeyrek ile son çeyrek arasındaki yarım asır ise askeri darbelerle sürmüştür. Bu dönemde cumhuriyet militarist vesayet altında seyretmiştir. Bilindiği üzere, ilk çeyreğin sonu olan 1950 il son çeyreğin başı sayılan 2000 arasında dört askeri darbe ve müdahale gerçekleşmiştir. Dolayısıyla böyle bir hercümercin yaşadığı bu dönemde de gerçek bir demokrasiden bahsedilmez.
Özet olarak ilk çeyreğe otokrasi, son çeyreğe teokrasi renk verirken aradaki yarım yüzyıla da militarizm rengi hâkim olagelmiştir. Sonuç itibariyle cumhuriyet ilk yüzyılda özlenen demokratik cumhuriyete kavuşamamıştır.
Din ve tarım imparatorluğundan cumhuriyete…
Tabi bunun siyasi ve sosyolojik nedenleri de irdelenmeli. Emre Kongar bu konuda şöyle bir tespit yapar “Gerek iktidarın kaynağının, Dinsel/ Geleneksel otoriteyi temsil eden Padişah’tan alınarak halka aktarılması gerekliliği, gerekse dönemin siyasal terminolojisi, Cumhuriyet sözcüğünün öne çıkmasına yol açmıştır. Ama ne yazık ki, Demokratik Cumhuriyet modeli, temel yapısı Feodal Din/Tarım Toplumu olan ülkede, “Kurdum” demekle kurulmuyor!”
Onun için bir çaba bir mücadele gerekir. Ne ki Türkiye’de iktidarı ele geçiren sağ partiler bu amaç ve idealden uzaktır. Gerçek anlamda demokrasiyi tesis edebilecek bir sol iktidar ise yaşanmamıştır.
Kongar, serbest seçimlerle iktidara el koyan Feodal Din/Tarım Toplumu temsilcileri, (henüz yeterince çağdaşlaşamadıkları için) Demokratik Cumhuriyeti, özgürlükçü ve çoğulcu bir çizgide geliştirmek yerine, çoğunluk baskısına “Milli İrade” diyerek, Temel Hak ve Özgürlükleri inkâr etmiş, yeniden feodal Din/Tarım toplumu yapısını egemen kılmak istemişlerdir, diyor.
“Türkiye Cumhuriyeti’nde demokrasinin adı var ama kendisi hiçbir zaman tam olmamıştır”
İşin özü demokratik rızadır…
Aslında son tahlilde üç yönetim biçiminden bahsedilebilir; bunlar, Allah korkusuna dayanan Teokrasi, zalimin korkusuna dayanan Otokrasi ve halkın rızasına dayanan Demokrasidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise demokrasinin adı var ama kendisi hiçbir zaman tam olmamıştır.
Devlet egemenliği korku üzerine inşa edilmiş, ceberut devlet karşısında hiçbir zaman vatandaşın esamesi okunmamıştır. Egemenlik halkın dendiği halde egemenler ele geçirdikleri egemenliği halkla paylaşmak istememiştir. Vatandaştan korkulduğu için sürekli vesayet altında tutulmuş, ceberut devlet karşısında vatandaşın esamesi okunmamıştır.
“Cumhuriyet aşağıdan yukarıya bir halk hareketi ve mücadelesi ile kurulmak yerine yukarıdan aşağıya jakoben bir biçimde bir “devlet ulus” modeli şeklinde kurulmuştur”
Peki bu neden böyle olmuş? Çünkü cumhuriyet aşağıdan yukarıya bir halk hareketi ve mücadelesi ile kurulmak yerine yukarıdan aşağıya jakoben bir biçimde bir “devlet ulus” modeli şeklinde kurulmuştur. Saltanat ortadan kaldırılmış, sultanın yerini “devlet” almıştır. Bu sistemde vatandaş hak sahibi olmaktan ziyade görev sahibidir. Vatandaş, vergi, verir, askere gider, devletin her dediğini kayıtsız şartsız yerine getirir. Sesini çıkardığında ya da itiraz ettiğinde ise devletin zor tekeli kullanılarak sindirilir ve susturulur. O nedenle cumhuriyet halktan ziyade daha çok ondan nemalanan sermaye kesimi, siyaset erbabı ve bürokrat kesiminin yaşamını kolaylaştırmış ve onların işine yaramıştır.
Peki siyasi yarış neyi ifade ediyor?
Çok partili seçimlere geçildikten sonra asker sivil bürokrasinin yerine gelen iktidarların temel amacı da halkın sorunlarını çözmekten ziyade devletin hazinesini ele geçirip kendilerine göre istedikleri biçimde dağıtmak olmuş. Bütün kavga bunun üzerine kurulmuştur. Zaten bu uygulamanın sonucunda her dönem, (bugün de olduğu gibi) siyasetten nemalan türedi zengin sınıflar oryaya çıkmıştır. Böylece “hak, hukuk, adalet” nutukları altında zenginler daha da zenginleşirken halk daha da yoksullaşmıştır. Cumhuriyet bu manada bilhassa kimsesizlerin kimsesi olamamıştır. Bir retorik ve hamasetle böyle söylenebilir, ama çevrenize bir bakın gerçek bu mu? Ve unutmayın gündüz gerçeğe gözünü kapatan sadece dünyayı kendine gece yapar, gerçek ise orada var olmaya devam eder.
“Vatan mücadelesinde yoksullar hep ölürken vatanın sefasını hep varsıllar sürmüştür”
Şu gerçeği de hatırlatmak lazım: Çoğu zaman toplumun gazını almak için halka hep halkçılık demagojisi ve demokrasi hamaseti yapılmıştır. Yanı sıra, egemenliklerini daim etmek için beka söylemi, iç dış düşman korkutması ile yoksul halk susturulmuştur. Vatan mücadelesinde yoksullar hep ölürken vatanın sefasını hep varsıllar sürmüştür.
Bazı zamanlarda ise demokrasi vurguları yükseltilmiş hatta yasalara ve anayasalara yazılmıştır. Örneğin Anayasanın ikinci maddesinde, “Türkiye Cumhuriyeti devleti, insan haklarına saygılı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” yazar. Ama gerçekte öyle mi? Tabi yasalda yazılması önemli, realitenin nasıl olduğu da önemlidir.
“Basitçe şudur mesele: Bir ülke yeryüzünde imal edilmiş kurallara göre mi yönetilecek, yoksa ilahî hükümlere göre mi, konunun özü bu”
Ana unsur laiklik mi?
Yukarıda belirtilen kavramlar son derece önemlidir. Ama herkes kendi vicdanına sorsun; bu devlet insan haklarına saygılı mı, sosyal mı, hukukun üstünlüğü mü var yoksa üstünlerin hukuku mu işliyor? Daha da önemlisi demokratik mi, laik mi?
Hukuk gibi bir arda yaşamın teminatı olan laikliği çetrefil hala getirmenin gereği yok. Basitçe şudur mesele: Bir ülke yeryüzünde imal edilmiş kurallara göre mi yönetilecek, yoksa ilahî hükümlere göre mi, konunun özü bu. Toplumsal ilişkilerde ve toplum devlet ilişkisinde hangi ‘emirler’ belirleyici/hâkim olacak? Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar bu soruya ‘millet’ yanıtını verdi, Fransızlar gibi. Hâkimiyet milletindir, ezcümle, egemenliğin kaynağı yeryüzü kurallarıdır. Söz konusu tercih aşamalı biçimde 1937’de ‘anayasa hükmü’ haline getirildi. Ama öyle mi gerçekten? Öyleyse hala eğitim üzerinden kavgalar darbe girişimleri neden oluyor? Çünkü eğitimi denetleyen ülkenin geleceğini denetler. Son FETÖ kalkışması bunu bize gösterdi. Hukuk eşit uygulanıyor mu? Öyle olsa memleketin bir bölümü neden topyekûn kayyumlarla yönetiliyor? Bu sorular ve sorgulamalar çoğaltılabilir.
“Sadece tek bir dine veya mezhebe, tek bir ırka veya millete özgü “Demokratik Cumhuriyet” olamaz”
Demokratik olmanın sınırları nelerdir?
Elbette bütün özgürlükçü rejimler gibi “Demokratik Cumhuriyetin” de sınırları vardır. Kongar’a göre birinci sınır, hiç kuşkusuz laikliktir. Sadece tek bir dine veya mezhebe, tek bir ırka veya millete özgü “Demokratik Cumhuriyet” olamaz. Irk ve milliyet kavramlarını da laiklik ilkesi içine katmak zorundayız, çünkü ırk ve milliyete ilişkin kimlikler, genellikle inançları da birlikte getirirler; Yahudi/ İsraillinin Museviliği, Yunanın Ortodoksluğu, Arabın Müslümanlığı gibi. Ama laiklik dendiğinde, bütün dinlere, mezheplere ve bu bağlamda, elbette her türlü inanca sahip olan çeşitli ırklara ve milliyetlere eşit davranan bir devlet yapısından söz etmekteyiz.
“İkinci sınır, Temel Hak ve Özgürlüklerdir. İnanç, vicdan ve kimlik özgürlüklerinin laiklik ilkesi ile sağlandığı varsayılarak, Temel Hak ve Özgürlüklerin kapsadığı alan, başta muhalif olma ve her türlü fikri her yerde her zaman ifade etme özgürlüğü olmak üzere, tüm siyaset, medya ve dışavurum biçimlerinin özgürlüklerini bütün kimlikler için kapsar.
Üçüncü sınır, seçmene gerçek seçeneklerin sunulduğu, muhalefetin iktidarla her alanda eşit haklara ve daha da önemlisi eşit propaganda olanaklarına sahip olduğu, periyodik, adil ve şeffaf seçimlerdir.
Dördüncü sınır, bu üç sınırı koruyacak olan yargının bağımsız mekanizmalarıdır. [Metin Kaydırma Sonu]Her türlü siyasal etkiden ve tasalluttan (saldırma, sataşma, tecavüze yeltenme) korunmuş, bağımsız ve tarafsız, ama yukarda açıklanan Temel Hak ve Özgürlüklerinden yana bir yargı mekanizması, “Demokratik Cumhuriyet”in dördüncü sınırıdır.” Bu sınırları aşan, bozan, yozlaştıran, kısıtlayan her iktidar “Demokratik Cumhuriyet” açısından meşruiyetini kaybeder.
Kimler, niçin kutluyor?
Kutlanan, Süleyman Demirel’in sevdiği ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti ‘devleti’ mi, yoksa Cumhuriyet’in ‘cumhurî’ yanı mı? Cumhuriyet, cumhuru, halkı, kamuyu hoşnut etti mi? Cumhurî, yani kamusal insanı, yurttaşı yaratabildi mi? Bando mızıka, bayraklar, fener alayları… güzel de hakikaten, kutladığımız nedir, Cumhuriyet’in nesidir?
[Metin Kaydırma Sonu]Bu yazıyı Sevinç’in şu sözleri ile bitirelim: “Kutlamamak için kırk takla atanlar, ısrarla ve haklı olarak kutlamak isteyenler, ruhsuz ve zamansız marş yazma trajedisi, Cumhuriyet’in laik ve demokratik niteliklerini zerrece umursamayan büyük sermayenin mahcubiyet verici kutlama filmleri, ulusal değerleri ırkçılıklarına kalkan yapmaya çabalayan şarlatanlar, bolca hamaset… Hiçbir cilanın örtemeyeceği somut gerçeğimiz, anayasası askıya alınmış bir ülkenin, kamusal-eşit yurttaş olamamış mutsuz ve yoksul halkı…” Varın gerisini siz düşünün.